Birleşmiş Milletler (BM) Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) İklim Değişikliği 2023: Sentez Raporu bugün İsviçre’de düzenlenen basın toplantısıyla tanıtıldı. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, örgütün bugün yayımladığı iklim değişikliği raporunu “İnsanlık için hayatta kalma rehberi” olarak tanımladı.
Raporda, hükümetlerin dünya çapında iklim krizine karşı eyleme geçme hızlarının ve ölçeklerinin yeterli olmadığı uyarısı yapılıyor. Paris Anlaşması’nın küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlama hedefinin ıskalanmasının mümkün olduğu vurgulanıyor.
Raporda, “Herkes için güvenli ve sürdürülebilir bir geleceği güvence altına almak için fırsat penceresi hızla kapanıyor” ifadeleri yer alıyor.
Bilim insanları, fosil yakıtların hızla terk edilmesinin iklim krizinin en korkunç etkilerini önleyebileceğinin altını çiziyor.
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, bulgulara paralel olarak, tüm ülkelerin net sıfır hedeflerinin 10 yıl önceye alması gerektiğini belirtti. Bu hedeflerin gezegenimizin ısınmasına yol açan sera gazı salımlarını hızla azaltması bekleniyor.
Raporda yakın vade 2040 veya öncesi olarak tanımlanıyor ve dünya genelinde hükümetlerin 1,5 derece hedefini tutturması için salım azaltım hedefleri de güncelleniyor.
Buna göre ülkelerin karbondioksit salımlarını 2030’da yüzde 48, 2035’te yüzde 65, 2040’ta yüzde 80 ve 2050’de yüzde 99 oranında azaltması, 1,5 derece hedefini güvence altına alabilir.
Bilim insanları mevcut salım azaltım hedefleriyle halihazırda 1,1 derece ısınan gezegenimizin 2030’larda 1,5 dereceden fazla ısınmasının mümkün olduğu belirtiliyor.
Yeni rapor, IPCC’nin 2018’den bu yana yayımladığı ve iklim değişikliğinin sebepleri, etkileri ve çözüm önerilerine ilişkin raporların raporların ortak bir çıktısı niteliğinde.
Buna göre iklim değişikliğinin halihazırda hissedilen etkileri, küresel ısınmanın bu hızda devam etmesi halinde şiddetlenerek artacak.
2100 yılına kadar, 100 yılda bir meydana gelen kıyı taşkınları, dünyada gelgit ölçümlerinin yapıldığı noktaların yarısında en az yılda bir kez meydana gelecek.
Atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu 2 milyon yılın zirvesinde ve dünyamız 125 bin yıldır bu kadar sıcak olmamıştı.
Ve önümüzdeki 10 yılda muhtemelen daha fazla ısınacak.
Fotoğraf altı yazısı,Dünyanın önde gelen bilim insanlarının kaleme aldığı rapor BM üye ülkeleri tarafından kabul edildi.
Raporun çekirdek yazar kadrosunda yer alan Imperial College’dan Dr. Friederike Otto, BBC’ye verdiği demeçte, “1,5 dereceyi hedefleyip 1,6 dereceyi tuttursak bile bu, nasıl olsa mahvolduğumuzu ve yapacak bir şeyimiz olmadığını söylemekten daha iyidir” diyor ve ekliyor:
“Ve bence bu rapor çok açık bir şekilde (1,5 derece hedefini tutturmayı) denemenin çok daha kazançlı olduğunu gösteriyor.”
Rapora göre küresel ısınmanın en kötü etkilerini azaltmak için sınırlı miktarda karbon salımı gerçekleştirilebilir. Karbon bütçesi adı verilen bu hesaplamaya göre yeni petrol ve gaz projelerine başlamak bu bütçeyi alt üst edebilir.
Yeni fosil yakıt çıkartımı projeleriyle ilgili olarak BBC’ye konuşan Alman Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü’nden raporun çekirdek yazım kadrosundan Dr. Oliver Geden, “Fosil yakıtlardan çıkış için kesin bir tarih olmamakla birlikte fosil yakıtlara dayalı mevcut enerji altyapımızın karbon bütçemizi alt üst edeceği açık” diyor.
Geden, “Yeni fosil yakıt altyapıları için bütçe ayrılması 1,5 derece hedefine kesinlikle uymuyor” diye konuşuyor.
Fotoğraf altı yazısı,60 milyon metreküp su kapasitesi olan Bursa’daki Nülüfer Barajı’nda kuraklık nedeniyle su kalmadığı görüntülendi, Şubat 2023.
Raporun yazarları hızla eyleme geçilmesiyle oldukça etkili bir değişimin yaşabileceği konusunda iyimserler.
Bunda etkili olan faktörlerden ilki güneş ve rüzgara dayalı enerji üretiminin birim maliyetinin hızla düşmesi.
Buna ek olarak beslenmede ve gıda atıklarının yönetiminde değişikliklere gidilmesi ve düşük karbon yoğunluklu ulaşıma geçişle birçok sektörde belirgin salım kesintileri sağlanabileceği tahmin ediliyor.
Ancak rapor net sıfıra hızla geçilse bile, atmosferden karbondioksiti yakalayan ve saklayan teknolojilerin geniş ölçekte kullanımına ihtiyaç duyulacağını söylüyor.
Bazı uzmanlar bu teknolojilerin gelişim aşamasında olduğunu söyleyerek itirazlarını dile getiriyor.
Uluslararası Çevre Kanunu Merkezi’nden Lili Fuhr, “Ne yapılması gerektiğini biliyoruz ancak karbon giderimi, karbon yakalama ve saklama fikirleri devasa bir oyalanma yaratıyor” diyor ve ekliyor:
“Diğer yandan bu teknolojileri savunanların, raporu çarpıtarak bunun karbon gidermeye yatırım yapmak için büyük bir çağrı olduğunu söyleyeceklerini düşünüyorum.”
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres raporda daha acil iklim eylemine ihtiyaç duyulduğunu vurgulayarak ülkelere seslendi:
“Gelişmiş ülkelerin liderleri net sıfır hedeflerine 2040’a mümkün olduğunca yakın bir tarihte ulaşmak zorunda.”
Guterres, 2050 ve sonrası için net sıfır planlarını açıklayan Hindistan ve Çin gibi ülkelere ise bu hedeflerini öne çekme çağrısı yaptı.
Ekoloji hareketlerinin bir araya gelerek kurdukları Ekoloji Hareketleri Afet Grubu, depremlerden sonra dayanışma ve gözlemlerde bulunmak üzere deprem bölgesine gönderdiği iki ayrı heyetin değerlendirmeleri sonucu 21 Mart’ta başlayarak 6 ay sürecek “Topraktan doğuyoruz” başlıklı dayanışma kampanyası başlattı.
Ekoloji hareketlerinin bir araya gelerek kurdukları Ekoloji Hareketleri Afet Grubu, 6 Şubat günü Maraş merkezli meydana gelen depremlerden sonra dayanışma ve gözlemlerde bulunmak üzere deprem bölgesine gönderdiği iki ayrı heyetin değerlendirmeleri sonucu 21 Mart’ta başlayarak 6 ay sürecek “Topraktan doğuyoruz” başlıklı dayanışma kampanyası başlatma kararı aldı.
Ekoloji Hareketleri Afet Grubu, bu kampanyaya katılarak deprem bölgesine dayanışma yolculuğunda bulunmak ya da çalışma gruplarına katılarak kampanyaya destek vermek isteyen tüm doğa ve yaşam savunucularına çağrıda bulundu.
“Ekoloji hareketlerince başlatılan bu dayanışma 21 Mart’ta ilkbaharın gelişiyle Topraktan doğacağız. 23 Eylül sonbaharın gelişine kadar sürecek bu dayanışma toplamda altı ay sürecektir.
Depremin ilk yaraları sarılmaya çalışılırken göz ardı edilen tarım, hayvancılık ve göç kavramları geri planda kaldı. Oysa yaşama tutunmanın, kendini onarmanın yolu insanların toprakla olan bağının devamı ve geçimlik ekonominin sürmesi için üretimde yer almasıyla olacaktır.Bu anlamda oluşacak kampanyanın tüm ülke de ve dünyada güçlü bir sese dönüşmesi ve gönüllülük esasıyla tarımsal üretime destek vermek için sahaya iniyoruz.
Tarım ve hayvancılık yapılan bu bölgede, deprem sonrası yarım kalan tarımsal üretimin hasat dönemine kadar gönüllülerce yapılarak, geçimlik ekonomi temelinde geçimini sağlayanlara önemli bir destek olacaktır.
Bu nedenle 21 Mart-27 Mart arası sahada çalışacak ilk ekibi oluşturacak gönüllülerin hızlıca belirlenmesi ve o tarihte saha da olması gerekmektedir. Maraş, Adıyaman, Hatay ve Malatya başlangıçtaki çalışma sahası olacaktır. Topraktan doğuyoruz girişiminin yereldeki üyelerinin belirleyeceği kır yaşamına dair bağ, bahçe, bostan, ahır, kümes vb. işlere odaklı destek sağlanacaktır.
İlk grup 21-27 Mart, ikinci grup 27 Mart-3 Nisan arası sahada olacak şekilde planlama yapılacak, sonrasında gönüllülerin tercihlerine göre haftalık, on beş günlük ve aylık planlamalar çıkarılacaktır. Ekoloji Hareketlerinin çağrısı ile kurulan bu çalışmanın çeperini STÖ’ler, odalar, birlikler ve kooperatifiler yer alacaktır. Sonrasında ise Siyasi partiler, kamu kurumları ve yerel yönetimler eklenebilecektir.
Bu çalışmada yer alacak arkadaşlar dayanışmak istediği ili belirledikten sonra toplanma alanında buluşup dayanışma çağrısı yapılan alana geçeceğiz.
Gruplarda paylaşılan formu doldurup bizlere ulaşın, hep beraber dayanışmacı yaşamı birlikte inşa etmek için 21 Mart’ta saha da olalım.
İşte dünya mirası Phaselis’e beton dökerek ‘Ücretsiz Halk Plajı’ yapacağını açıklayan bakanlık bünyesindeki TURAŞ’ın görünmeyen yüzü…
Yusuf Yavuz
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Antalya Phaselis’te, 1. Derece arkeolojik sit alanı içerisindeki koylarda yapımına başladığı halk plajı projesi kamuoyunda büyük tepkiye neden oldu. Projeyi savunan yetkililer ise iki ayrı koyda ‘ücretsiz halk plajı’ yapılacağını, tesislerin de Bakanlık bünyesinde işletileceğini söylüyor. Ancak Bakanlık bünyesindeki bürokratların kurduğu Vakfın büyük hissedarı olduğu TURAŞ özel bir şirket statüsünde çalışırken işletilen mevcut plajlarda usulsüz birçok tahsis yaptığı öne sürüldü. TURAŞ’ta zimmet, rüşvet ve yüzbinlerce liralık usulsüzlük yapıldığı iddiaları son üç yıldır gündemden düşmezken, şirketin büyük ortağı olan Vakfa 2020’de Mahkeme kararı ile Kayyım atanmıştı. Kayyım atanmasının ardından TURAŞ A.Ş’nin Bodrum’da yaptığı halk plajı inşaatının yapım maliyeti ile yüklenici firmaya yapılan ödeme arasında yaklaşık 1,5 milyon TL’lik fark olduğu tespit edildi.Ulaştığımız belgeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde kurulan şirket aracılığı ile kamu gücü kullanılarak kıyıların nasıl ranta alet edildiğini de gözler önüne seriliyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı geçtiğimiz ay dünya mirası olan Antalya Phaselis’te koruma alanı sınırları içindeki koylarda iki ayrı halk plajı inşaatına başladı. 47.7 milyon artı KDV maliyeti olacağı belirtilen proje kapsamında 1. Derece arkeolojik sit alanı olan koylarda toplam 1139 metreküp beton döküleceği, yaklaşık 300 kamyon civarında (2892 metreküp) derin kazı yapılacağı belirtildi.
BAKANLIK ‘ZARAR VERİLMİYOR’ DEDİ
Sit alanlarının kullanım koşullarını belirleyen ilke kararına aykırı şekilde yapılaşmalara yol açan plaj projesi kamuoyunun tepkisini çekerken, bakanlık yetkilileri korunan alandaki çalışmaların Kurul kararıyla, müze ve kazı başkanlığı denetiminde yapıldığını, ayrıca doğal ve tarihi dokuya zarar verilmediğini açıkladı.
YAPILAŞAN KOYLAR RANTA AÇILACAK ENDİŞESİ
Bakanlık yetkilileri, koydaki yapılaşmanın artacağı ve alanın ranta açılacağı yönündeki endişelere ise projenin ücretsiz halk plajı olduğunu, bakanlık bünyesinde işletileceğini, başka firmalara verilmeyeceği şeklinde karşılık verdi.
TURAŞ A.Ş.’NİN ÇİFTLİĞE DÖNEN PLAJLARI
Ancak Bakanlık bünyesindeki TURAŞ’ın (Turaş Turizm ve Ticaret Anonim Şirketi), adeta Bakanlık bürokratlarının çiftliği haline geldiği ortaya çıktı. Çeşme, Bodrum, Marmaris ve Antalya gibi sahil kentlerinde son yıllarda çok sayıda plaj açan ve “5 yıldızlı” diyerek duyuran TURAŞ’ın işlettiği plajlarda usulsüz tahsisler, rüşvet ve kamu zararına yol açan uygulamalar, şirketin kötü yönetildiğini gösteriyor.
TURAŞ’IN KİRAYA VERME YETKİSİ VAR
Ankara’daki kurumlararası vergi ödeme listesinde ilk 100 firma arasında olduğu belirtilen TURAŞ Turizm Ticaret A.Ş’nin resmî web sayfasında, 1982’de kurulan şirketin, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Döner Sermaye İşletmeleri iştiraki olduğu belirtilerek amaçları özetle şöyle sıralanıyor: “Çevre kirliliği ve çevre sorunlarının önlenmesi ile sağlığa yönelik her türlü üretim ve ticari faaliyette bulunmak. Turizm konusunda her türlü araştırma, planlama, yatırım, işletmecilik, eğitim ve denetim faaliyetlerinde bulunmak, turizm konusunda her türlü yatırıma girişmek, otel, motel, tatilköyü, pansiyon ve benzeri eğlenme ve dinlenme yerleri açmak, işletmek, kiralamak, kiraya vermek, dinlenme tesisler, huzurevleri, her türlü sağlık yatırımları, lokaller, yeme içme tesisleri, kantinler açmak ve işletmek.”
ŞİRKETİN BÜYÜK ORTAĞI TUDAV
Özel şirket statüsünde olan TURAŞ’ın yüzde 51’lik hissesi, Bakanlık bürokratlarının kurduğu TUDAV (Turizm ve Dayanışma Vakfı), yüzde 48’lik kısmı da yine Bakanlık bünyesindeki DÖSİMM’e ait. Geri kalan 1 hisse de şahısların.
MAHKEME TUDAV’A KAYYIM ATADI
Kültür ve Turizm Bakanlığı Bakan Bakan Yardımcısı Nadir Alpaslan’ın başında olduğu vakfa 2020 yılında Kayyım atandı. Gerekçe olarak ise Vakıflar Genel Müdürlüğünün vakıfta yaptığı denetimler olduğu belirtiliyor. TUDAV’ın internet sitesinde “yapım aşamasında” notu belirdikten sonra söz konusu Kayyım atanmasıyla ilgili mahkeme kararının bilgisine de zorunlu olarak yer verilmiş: “Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2020/283 Esas Sayılı Dosyası’nda Alınan Mahkeme Kararı Gereğince: Vakıf Yönetimi görevden alınarak
yerine Kayyım atanmıştır, Tüm üyelere duyurulur.”
KAYINBİRADER GİTTİ, DENETİM BAŞLADI
Bu arada Mahkeme kararıyla Kayyım atanan vakfı denetleyen Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün başında 2010-2019 arasında Nadir Alparslan’ın kayınbiraderi olan Adnan Ertem’in Genel Müdür olarak bulunduğunu anımsatmak gerekiyor. Bugün Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda Bakan Yardımcısı olarak görev yapan Ertem’in 2019’da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden ayrılmasının ardından TUDAV’da denetim yapılması ve ardından Kayyım atanması dikkat çekici.
TURAŞ’IN YENİ HEDEFİ PHASELİS KOYLARI
Vakfa Kayyım atandığı için TURAŞ şirketi de Kayyım denetiminde. Ancak milyonlarca liralık ihalelerle inşaatına başlanan Antalya’daki halk plajlarının bu yapıdaki bir kuruluş tarafından nasıl sağlıklı şekilde işletileceğini muamma. Antalya’da Phaselis dışında Küçük Çaltıcak bölgesinde de benzer bir halk plajı bu şirket tarafından işletilecek. Milli park sınırlarında ve korunan alan statüsündeki bölgede de inşaat sürüyor.
HEM BAKAN YARDIMCISI HEM KUVEYT TÜRK YÖNETİCİSİ
Bakan Yardımcısı Nadir Alpaslan deneyimli bir bürokrat. 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı’na Abdullah Gül’ün seçilmesinin ardından, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı yapılan Alpaslan, 2014’de Erdoğan’ın seçilmesiyle Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcılığı görevine devam etti, 2018’de ise Otel zinciri sahibi Mehmet Nuri Ersoy’un Bakanlık koltuğuna oturtulmasıyla Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı olarak atandı. Nadir Alpaslan, ayrıca 2011’den beri Kuveyt Türk Katılım Bankası A.Ş. Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yapıyor ve bu görevinden de ayrıca ücret alıyor.
BAKAN YARDIMCISINA MAAŞ DIŞINDA 176 BİN EK KAZANÇ
Gazeteci Müyesser Yıldız, 9 Temmuz 2021 tarihli yazısında Kayyım işinin suyunun çıktığına işaret ederek 2020 yılında işlettiği Bodrum ve Belek’teki plajların büyük ölçüde zararlar ettiğini belirttiği TURAŞ ve yöneticileri hakkında şunları aktarıyordu: “Kayyum meselesinden evvel TURAŞ’ın Yönetim Kurulu üyeleri ve başkanının kimler olduğunu belirtelim. Bu yıl başına kadar Yönetim Kurulu üyeleri Turizm ve Dayanışma Vakfı yöneticileri ve Bakanlık bürokratlarından oluşuyordu. Başkanı ise Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Nadir Alpaslan’dı. Bu ismi nereden tanıyoruz? Son dönemde CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz’ın ifşa ettiği, birden fazla maaş alan bürokratlar listesinden. Yavuzyılmaz’ın tespitine göre, Alpaslan, Bakan Yardımcılığı maaşına ilave, Kuveyt Türk Bank Yönetim Kurulu üyeliği ile üyelik kar payı olmak üzere ayda toplam 176 bin 727 lira kazanıyor.”
Müyesser Yıldız, çalışanları ve yaptığı işin çerçevesi belli olan TURAŞ’ın, Bakanlık’la sorunu olan otel ve işletmelerle “danışmanlık hizmet sözleşmesi” formülü ile gerçekte böyle bir hizmet verilmediği halde naylon faturalar düzenlendiğine değinerek “örneğin bir otelden 1 milyon, bir diğerinden 8 milyon, bir başkasından 2.5 milyon lira alınmış” iddiasını da aktarıyor.*
TURAŞ A.Ş’nin Bodrum’da yaptığı halk plajı inşaatının yapım maliyeti ile yüklenici firmaya yapılan ödeme arasında yaklaşık 1,5 milyon TL’lik fark olduğu tespit edildi. Bodrum 3. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2020/24 sayılı dosyasında bilirkişilerce tespit edilen fahiş fiyat farkı, TURAS A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Cem Sultan Saral’ın söz konusu işle yetkili olduğu dönemde gerçekleşti. Buna göre TURAŞ A.Ş., Bodrum Halk Plajının inşaatı için yüklenici firmaya 3.550.045.00 TL ödeme yaptı. Ancak bilirkişi raporunda maliyet 2.061.517,62 TL olarak tespit edildi. Şirketin uğradığı zarar yaklaşık 1,5 milyon TL düzeyinde. TURAŞ ve TUDAV’ın avukatları konuyla ilgili 5 Temmuz 2022 tarihinde dönemin Genel Müdür Yardımcısı Cem Sultan Saral’a bir ihtarname göndererek kurumun uğradığı zararla ilgili yargı yoluna başvurulup vurulmasını yolunda bilgi verilmesini talep etti.
BİR AY SONRA GÖREVDEN ALINDI
Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra, Ağustos 2022’de dosyada adı geçen ve yapım ihalesinde 1,5 milyonluk fazladan ödeme yapıldığı dönemin sorumlusu olduğu belirtilen TURAŞ A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Cem Sultan Saral’ın görevine son verildi.
TURAŞ AKRABA ÇİFTLİĞİNE DÖNMÜŞ
Genel Müdür Yardımcısı Cem Sultan Saral’ın Marmaris’teki yeğeni ve Plajlar koordinatörü olan M.İ.İ’nin buraya kendi bacanağını getirerek müdür yaptığı, ve plaj işletmesini işletmeyi bütünüyle kiraya vermeye çalıştığı, İçmeler’de esnaftan kendi hesabına para topladığı da iddialar arasında. Bununla ilgili yaklaşık 600 bin TL’lik zimmet tutanağı tutulduğu, esnafların da ilçe emniyetine şikayette bulunduğu öne sürülüyor.
HALK PLAJINDA HAYALET ŞİRKETLER
TURAŞ’ın işlettiği Antalya Belek Halk Plajı’nda ise A. S. Adındaki bir firmanın ayrı bir işletme
gibi faaliyet gösterdiği, söz konusu firmaya Turaş A.Ş.’nin eski çalışanları tarafından satış yaptırılarak halk plajının zarara uğratıldığı da iddialar arasında. A. S. firmasından Manavgat Vatan Bilgisayar’dan alınan cep telefonlarının da TURAŞ yöneticilerine dağıtıldığı, söz konusu firmanın Antalya’da Çamyuva, Kadriye ve Belek ile Bodrum’daki halk plajlarında kurallara aykırı sözleşme ile faaliyet yürüttüğü de iddia ediliyor.
LARA’DA 500 BİN TL’LİK ŞEMSİYE VURGUNU
TURAŞ A.Ş.’de yaşanan usulsüzlüklerle ilgili hazırlanan raporda, kaçak olarak alınan ve piyasa değeri üstünde ücret ödenen pos cihazından sahte faturaya, şahıs hesabına para aktarılmasından ihalesiz iş vermeye kadar birçok iddia yer alıyor. Antalya’daki Lara Halk Plaji için Ö. İnşaat adlı firmadan satın alınan 1.590.000 TL tutarındaki plaj şemsiyesinin piyasa değerinin 1.060.000 TL olduğu ancak buna rağmen 1,5 katı fiyat üzerinden sipariş verildiği öne sürülen raporda;
Serik Boğazkent’teki arıtma tesisinin çamur yakma işinin de ihalesiz ve teklif usulüne aykırı olarak özel bir firmaya verildiği kaydediliyor.
Seçim için hileleri planlayan ve son 20 yılı aşkın süre ülkeyi yönetenler sayesinde bugüne değin yürüttükleri politikalarının, inşa ettikleri rejimin sonuçlarını halklar, yaşam, yaşam alanları yok oluşa sürüklenerek ödemeye devam ediyor.
Yıllardır bu ülkeyi yönettiklerini sananlar, facialar yaşandığında sadece olay hakkında açıklama yapmaktan öteye gitmediler, istedikleri sonuçlar açığa çıktıkça bu faciaları yarattıkları gibi sonuçlarından beslenmeyi de sürdürdüler. Orman yangınları onlar için yeni sermaye birikim alanlarının açılması idi, yangını uzunca süre izlediler, müdahaleyi geciktirdiler. Orman ekosistemini metalaştırdılar, ağaçlarını tomruk yapıp şirketlerin sermayesine, kendi iktidarlarına eklediler. Yanan yerlere el koyup otele, lüks konutlara, maden işletmesine, enerji santrallerine dönüştürdüler. Yangınlarda olduğu gibi depremde de ilk dört gün bölgeye hiç yardım etmeyerek, sonrasında da yapılan yardımları, kurtarma çalışmalarını önleyerek halkları, yüz binlerce insanı ölüme milyonlarca insanı açlığa, sefalete terk ettiler. 6 Şubat’tan beri bölgede yapılanlara canımız yana yana hepimiz tanıklık ettik, tüm dünya tanıklık etti. Meksika, Japonya, Hollanda’dan insanlar kurtarmaya, dayanışmaya gelirken yetkililer televizyon ekranlarında, Meclis’te, Valilik, Kaymakamlık önlerinde utanmadan sıkılmadan sırıtarak olanları izledi, demeç verdi, kan, çadır sattı.
Hatay, Osmaniye, Urfa, Maraş, Diyarbakır, Adıyaman, Malatya, Kilis, Elazığ, Adana’da yaşanan deprem faciasından sonra bölge; son iki gündür aşırı yağışın etkisinde. Deprem bölgesinde halklar bir kez daha facia yaşadı. Malatya, Adıyaman ve Urfa’yı sel vurdu. Sincik ilçesine bağlı Subaşı ile Taşkale köyü arasında bulunan ilçenin tek bağlantı köprüsü derenin taşmasıyla araç trafiğine kapandı. Derenin taşması sonucu köprüde göçükler oluştu. Hilvan-Bozova, Ördek köyü noktasında kara yolu çöktü. Urfa’da da depremde yıkılmayan yüzlerce ev sular altında kaldı. Deprem çadırlarını su bastı.
Bu yaşananların hiçbiri afet değil. Ekolojik kriz, iklim krizi gerçeğini yaşadığımız, kapitalist sistemin yaşamı soktuğu krizlerle boğuştuğumuz dönemde önce deprem ardından selin aynı bölgeyi vurması ekolojik kriz var, bunlar yaşanabilir savına sığmayacak kadar güçlü olasılıklar. Bu yaşananlar siyasi iktidar ve taşeronluğunu yaptığı kapitalist sistem tarafından gün gün bu duruma taşınmış stratejilerin, siyasi kararların sonuçları.
Dolanımından, döngüsünden koparılan üstelik hapsedilerek metalaştırılan (şişelenip, borulanıp piyasaya sunulan, sermaye birikim hızına sokulan) suyun yeni döngüsünde bazı bölgelerde kuraklık olarak yaşanması hiç tesadüf değildir. O bölgelere baktığınızda akış halinde sulara derelere rastlamanız mümkün değildir. Çünkü yer altı katmanları, suyun akifer yapısı taş ocakları, patlatmalar, maden işletmeleri ile bozulmuştur. Doğal barajlar olan meralar, ormanlar yok edilmiştir. Ormanlar yanmıştır; maden işletmeleri, inşaat şirketleri, enerji şirketleri o bölgedeki orman alanlarına konuşlanmıştır. Meralar hayvanların beslenme, barınma alanı olmaktan çıkmış; entegre çöp sahasına, maden işletmesinin atık döküm alanına ya da organize sanayi bölgesine dönüşmüştür.
Bazı bölgelerde ise sel yaratacak kadar aşırı yağışla yeryüzüne dönmektedir su. Bir bölgede kuraklık yaşanırken diğer bölgeye yoğun yağışın gelmesi beklenen durumdur. Üstelik yoğunlaştığı, artarak yağışa dönüştüğü bölgede yer üstü ve yer altı katmanları delik deşik edilmişse yüzey akışında bir diğer deyişle yatağında Hilvan-Bozova Ördek köyü mevkisinde olduğu gibi yatağını daraltan bir beton yapı, köprü, viyadük, kavşak ya da dere ıslahı adı altında betonlaşan bir yatağın içinde akmaya zorlanmışsa dere olarak daraltılan yatağının etrafına da evler konuşlandırıldıysa bu bölgede yaşanan afet değildir. Faciadır. Faciayı yaratan da bu süreci gün gün kendi iktidarları uğruna, inşa ettikleri kapitalist sistem uğruna hayata geçiren siyasi iktidarlardır. Bu rejim değişmedikçe kapitalist sistem devlet ve siyaset desteği ile yürürlükte oldukça yaşamı yok edişe sürükleyen ve giderek faşist ve kapitalist yapılanması tamamlanan bu rejimle daha nice facialar yaşayacağımız açıktır.
60’lı yıllarda Fırat ve Dicle’nin sularını hapsederek, barajlayarak başlattıkları Mezopotamya havzasını ele geçirme hamlesi, Ortadoğu halklarını tahakküm altına alma stratejileri; havzada yaşayan halkları susuzluğa, geçimlik yaşamından kopmaya, toprakları tuzlanmaya mahkûm etti. 2000’li yılların başında bu tahakküm sürecine yenileri eklendi. Suların sermaye birikimine sokulma süreci başlatıldı, güvenlik gerekçesi ile başlatılan barajlar setlerine ülkenin her yerindeki derelerinin, yer altı sularının kullanımı şirketlere verilerek binlercesi eklendi. Sonrasını biliyorsunuz; enerji, maden, inşaat şirketleri ile birlikte suyun daha önce özgür aktığı havza ele geçirildi. Geçimlik yaşamdan evinden barkından kopartılan halklar şirketlerin işletmelerinde, madenlerinde, şantiyelerinde, mevsimlik tarım alanlarında ölüme, güvencesizliğe mahkûm edildi.
Depremin yaşandığı bölgeyle bugün aşırı yağışın olacağı belirtilen haritanın aynı olması tesadüf değil. Bu bölgede sel beklenmesi de olası yıkımların yaşanması da olağanüstü değil. Depremin ve aşırı yağışın yaşandığı bölgede barajların, maden işletmelerinin, bölgeye el koyan inşaat şirketlerinin depremin sonuçlarına, yağışın sonuçlarına katkısını ve bunu yaratan siyasi kararları görmemek gerçeği inkardır.
Bu facialarda halkları yaşamdan, yaşadıkları tüm değerlerden koparanlara, şu an yaşamını sokakta geçirenler, sel sularında yüzen çadırda yaşayan halklar kararını açıkça söylüyor: İstifa edin, evinize kapanın ve insan içine çıkmayın bir daha.
Bizler depremde yaşadıklarımızı birlikte onardığımız gibi birbirimize tutunur, yaşamı yeniden kurarız. Yaşamı birlikte özgürleştiririz.
Kıbrıs Nükleer Karşıtı Platform, Fukuşima felaketinin 12.yılında nükleer santralin yapılmamasını ve Akkuyu NGS’den vazgeçilmesi için Türkiye hükümetine baskı yapılmasını istemiştir. Çünkü Akkuyu NGS’nin Kıbrıs’a Ankara’dan daha yakın olduğunu ifade etmiştir.
Mart 2011 Fukuşima’dan Şubat 2023 Türkiye – Suriye depremine – Akkuyu Nükleer Santrali tehditti
Kıbrıs Nükleer Karşıtı Platformu olarak, şehirleri ve köyleri yerle bir eden depremin ardından Türkiye ve Suriye’de sevdiklerini, evlerini ve topraklarını kaybeden insanlara başsağlığı diliyor ve dayanışmamızı ortaya koyuyoruz.
Bu trajedi, tüm bölge için bir depremin tekrarından kaynaklanan yüksek riskin ve bunun Ekim 2023’te faaliyete geçmesi beklenen Akkuyu nükleer santrali üzerindeki etkisinin altını çiziyor ve doğruluyor. Kıbrıs’ın dört bir yanından üyelere sahip olan Kıbrıs Nükleer Karşıtı Platform, Akkuyu nükleer santralinde meydana gelebilecek büyük bir deprem olasılığına ve hasarların etkisine vurgu yaparak, uzun bir süredir tüm çabasını Kıbrıslıların farkındalığını artırmaya yönelik olarak yürütmektedir. Aynı zamanda hem kendi halkı hem de komşu ülkelerdekiler için yüksek riski göz önünde bulundurarak planlarını iptal etmesi için Türkiye Hükümetine baskı yapmak üzere Avrupa Parlamentosu üyeleriyle temas halindeyiz.
Avrupa Komisyonu, 2021 Türkiye Komisyonu Raporuna ilişkin Raporunda1 (madde 4) “…Türk Hükümetine, Akkuyu nükleer santraline ilişkin planlarını durdurması ve Akkuyu nükleer santraliyle ilgili başka gelişmeler hakkında komşu ülkelerin hükümetleri ile istişare etmesi çağrısını yineler. Şiddetli depremlerin olabileceği bir bölgede yer alacak olan Akkuyu projesi, sadece Türkiye için değil, tüm Akdeniz bölgesi için büyük bir tehdit oluşturacaktır”
O zamandan beri, Komisyonun görüşlerinin dikkate alındığına dair hiçbir kanıt yoktur. Bu son trajediden sonra Rosatom’un yani inşaat şirketinin bir sözcüsünün fabrikaya herhangi bir zarar görülmediği söylemesi şaşırtıcıdır.
Bu oldukça yanıltıcıdır. Fukuşima’da (11 Mart 2011) nükleer santrali yok edenin deprem değil, ardından gelen tsunami ve bunun sonuçlarının güç kaynağını ve dolayısıyla soğutma sistemini kesintiye uğrattığını unutmamalıyız.
Kıbrıs Nükleer Karşıtı Platformu, tüm siyasi partileri, bilim ve çevre örgütlerini ve sivil toplumu çabalarını birleştirmeye ve Türkiye hükümetine Akkuyu nükleer santral planlarını sonlandırması için baskı yapmaya çağırıyor. Aynı zamanda, aynı inşaat şirketi Rosatom tarafından Mısır’da bir nükleer santral inşa edilmesini kınıyoruz.
Nükleerden arındırılmış bir Akdeniz vizyonumuzu güçlendiriyoruz!
REPORT on the 2021 Commission Report on Turkey. 18.5.2022 – (2021/2250(INI)). Committee on Foreign Affairs Rapporteur: Nacho Sánchez Amor.
ΚΥΠΡΙΑΚΗΑΝΤΙΠΥΡΗΝΙΚΗ ΠΛΑΤΦΟΡΜΑ
ΔΕΛΤΙΟ ΤΥΠΟΥ, 10 Μαρτίου 2023
Από τη Φουκουσίμα, τον Μάρτιο 2011, στην Τουρκία και τη Συρία, τον Φεβρουάριο 2023
Η απειλή του Άκιουγιου
Εκ μέρους της Κυπριακής Αντιπυρηνικής Πλατφόρμας εκφράζουμε τα ειλικρινή μας συλλυπητήρια, τη συμπαράσταση και την αλληλεγγύη μας στους ανθρώπους στην Τουρκία και τη Συρία που έχασαν αγαπημένα τους πρόσωπα, σπίτια και γη μετά τον πρόσφατο σεισμό που μετέτρεψε πόλεις και χωριά σε ερείπια.
Η τραγωδία επιβεβαιώνει και υπογραμμίζει τον υψηλό κίνδυνο για ολόκληρη την περιοχή από ένα νέο σεισμό και τις επιπτώσεις του στον πυρηνικό σταθμό Άκιουγιου που αναμένεται να τεθεί σε λειτουργία έως τον Οκτώβριο του 2023. Η Κυπριακή Αντιπυρηνική Πλατφόρμα, με μέλη από όλη την Κύπρο, έχει επικεντρώσει εδώ και καιρό όλες τις προσπάθειές της για ευαισθητοποίηση των Κυπρίων δίνοντας έμφαση στη μεγάλη πιθανότητα ενός σεισμού και τις επιπτώσεις του στον πυρηνικό εργοστάσιο Άκιουγιου. Ταυτόχρονα, βρισκόμαστε σε επαφή με μέλη του Ευρωπαϊκού Κοινοβουλίου προκειμένου να ασκήσουμε πίεση στην τουρκική κυβέρνηση να εξετάσει τον υψηλό κίνδυνο τόσο για τον λαό της, όσο και για τους λαούς στις γειτονικές χώρες και να τερματίσει τα σχέδιά της.
Η Ευρωπαϊκή Επιτροπή στην έκθεσή της σχετικά με την έκθεση της Επιτροπής του 2021 για την Τουρκία (άρθρο 4) «…επαναλαμβάνει την έκκλησή της προς την τουρκική κυβέρνηση να σταματήσει τα σχέδιά της για τον πυρηνικό σταθμό Άκιουγιου και να διαβουλευθεί με τις κυβερνήσεις των γειτονικών χωρών για τυχόν περαιτέρω εξελίξεις στο έργο Άκιουγιου, το οποίο θα βρίσκεται σε περιοχή επιρρεπή σε ισχυρούς σεισμούς, αποτελώντας έτσι μείζονα απειλή όχι μόνο για την Τουρκία αλλά και για την περιοχή της Μεσογείου στο σύνολό της·…“.1
Έκτοτε, δεν υπάρχουν στοιχεία που να αποδεικνύουν ότι οι απόψεις της Επιτροπής έχουν ληφθεί υπόψη· είναι εκπληκτικό πως μετά από την τελευταία αυτή τραγωδία, εκπρόσωπος της κατασκευάστριας εταιρείας Rosatom, υποστήριξε ότι δεν προκλήθηκαν ζημιές στο εργοστάσιο. Αυτό είναι αρκετά παραπλανητικό. Μα και στη Φουκουσίμα (11 Μαρτίου 2011) δεν ήταν ο σεισμός που κατέστρεψε τον πυρηνικό σταθμό αλλά το επακόλουθο τσουνάμι και οι συνέπειές του που διέκοψαν την παροχή ηλεκτρικού ρεύματος και, ως εκ τούτου, το σύστημα ψύξης.
Η Κυπριακή Αντιπυρηνική Πλατφόρμα καλεί όλα τα πολιτικά κόμματα, τις επιστημονικές και περιβαλλοντικές οργανώσεις και την κοινωνία των πολιτών να ενώσουν τις προσπάθειές τους και να ασκήσουν πίεση στην τουρκική κυβέρνηση να τερματίσει τα σχέδιά της για τον πυρηνικό σταθμό Άκιουγιου. Ταυτόχρονα καταγγέλλουμε την κατασκευή πυρηνικού σταθμού στην Αίγυπτο, από την ίδια κατασκευάστρια εταιρεία Rosatom.
Ενισχύουμε το όραμά μας για μια Μεσόγειο χωρίς πυρηνικά!
REPORT on the 2021 Commission Report on Turkey. 18.5.2022 – (2021/2250(INI)). Committee on Foreign Affairs Rapporteur: Nacho Sánchez Amor.
CYPRUS ANTI-NUCLEAR PLATFORM
PRESS RELEASE, 10 March 2023
From Fukushima March 2011 to Turkey and Syria February 2023 – The Akkuyu threat
On behalf of the Cyprus Anti-Nuclear Platform, we would like to express our condolences, sympathy and solidarity to the people in Turkey and Syria who lost loved ones, homes and land after the recent earthquake which turned cities and villages into rubble.
This tragedy confirms and underlines the high risk for the whole region from a reccurence of an earthquake and its impact on the Akkuyu nuclear plant which is expected to be in operation by October 2023. The Cyprus Anti-Nuclear Platform, with members from all over Cyprus, has put for a long time now, all its efforts to increase awareness of the Cypriots giving emphasis on the great possibility of an earthquake and the impact of damages at the Akkuyu nuclear plant. At the same time, we are in contact with members of the European Parliament in order to put pressure on the Turkish Government to consider the high risk both for its people and those in neighbouring countries and terminate its plans.
The European Commission in its Report on the 2021 Commission Report on Turkey (article 4) “…reiterates its call on the Turkish Government to halt its plans for the Akkuyu nuclear power plant and to consult with the governments of neighbouring countries over any further developments in the Akkuyu project, which will be located in a region prone to severe earthquakes, thereby posing a major threat not only to Turkey but also the Mediterranean region as a whole;…”.1
Since then, there is no evidence that the Commission’s views have been taken into account; it is surprising that after this last tragedy, a spokesperson of Rosatom i.e., the constructing company argued that no damage was caused to the plant. This is quite misleading. We should bear in mind that in Fukushima (11 March 2011) it was not the earthquake which destroyed the nuclear plant but the subsequent tsunami and its consequences which cut the power supply and hence the cooling system.
The Cyprus Anti-Nuclear Platform calls on all political parties, scientific and environmental organizations, and the civil society to join efforts and put pressure on the Turkish government to terminate its plans for the Akkuyu nuclear power plant. At the same time, we denounce the construction of a nuclear plant in Egypt, by the same constructing company Rosatom. We strengthen our vision for a nuclear free Mediterranean!
İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi ve Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) Başkanı Prof. Dr. Bayram Öztürk, Türkiye’nin Akdeniz ve Ege Denizi’nin korunması için uluslararası sözleşmeye imza atmasını istedi.
Birleşmiş Milletler’de (BM) açık denizlerde biyolojik çeşitliliğin korunması için yıllar süren görüşmelerin ardından yasal çerçeve üzerinde anlaşma sağlandı.
2030 yılına kadar denizlerin yüzde 30’unu koruma altına almayı hedefleyen ‘Açık Deniz Anlaşması’, saatler süren görüşmelerin ardından 4 Mart’ta, ABD’nin New York şehrindeki BM Genel Merkezi’nde imzalandı.
Anlaşmada belirlenen korunacak yeni alanlar, balıkçılık faaliyetlerine, nakliye güzergâhlarına ve derin deniz madenciliği gibi keşif faaliyetlerine sınırlar getirilecek. Ülkeler anlaşmayı resmen kabul etmek için tekrar bir araya gelecek.
Prof. Dr. Bayram Öztürk, ülkelerin anlaşmayı en kısa zamanda onaylayarak resmen kabul edip onaylayarak yürürlüğe girmesi için çağrıda bulundu.
10 yıldır devam eden müzakere sürecinde 2 yıl boyunca New York’ta bulunan Prof. Dr. Öztürk, Ege ve Akdeniz’de açık denizlerin korunması için Türkiye’nin de sözleşmeyi imzalaması gerektiğini vurguladı.
Hangi yönlerden önemli?
Prof. Dr. Bayram Öztürk, Açık Deniz Anlaşması’nın Ege ve Akdeniz’de yasa dışı balıkçılığın engellenmesi, açık denizde kirlenmenin önlenmesi, açık denizlerde yapılacak olan deniz dibi madenciliğinin önlenmesi açısından önemli olduğunu belirtti.
Profesör şunları söyledi: “Bütün dünyada deniz ve okyanuslarının 2030 yılında yüzde 30’nun koruma altına alınması öngörülüyor. Bu sözleşme önemli bir sözleşme, 4 Mart’ta imzalandı. Fakat daha ülkelerin parlamentolarında onaylama süreçleri var. Biz bu imza alma süreçlerinde 2 yıl New York’ta bulunduk. Bu nedenle gururluyuz. Açık denizlerin korunmasıyla açık denizlerde yasa dışı balıkçılığın engellenmesi, açık denizde kirlenmenin önlenmesi, açık denizlerde yapılacak olan deniz dibi madenciliğinin önlenmesi veya bunun için ciddi ÇED raporlarının alınması, koruma alanlarının oluşturulması amaçlanıyor. Bu sözleşme hayati bir sözleşme.”
Ege ve Akdeniz’i ilgilendiriyor
Prof. Dr. Bayram Öztürk, sözleşmenin imzalanması için çağrıda bulunarak sözlerini şöyle sürdürdü: “Türkiye’yi iki taraftan ilgilendiriyor. Marmara Denizi açık deniz değil, Marmara Denizi Türkiye’nin iç denizi. Türkiye’yi iki bakımdan ilgilendiriyor. Biri Akdeniz diğeri Ege Denizi. Ege Denizi’nde karasuları 6 mil, Akdeniz’de ise 12 mil olarak uygulanıyor. Bunun dışındaki alanlar açık deniz. Dolayısıyla bu alanlarda oluşturulacak deniz koruma alanları için artık hukuki altyapı var. Türkiye’nin ne yapması lazım?
‘Yasa çıkarılmalı’
Türkiye’nin kendi münhasır ekonomik bölgesini tanımlaması için bununla ilgili yasa çıkarması lazım. Türkiye’nin hem Ege Denizi hem Akdeniz’in korunması için belli koruma alanlarının oluşturulması için çaba göstermesi lazım. Esasen Akdeniz’de Finike Deniz Dağları kısmen açık deniz koruma alanı ama Ege Denizi’nde yasal olarak açık deniz koruma alanları yok. Kıyısal koruma alanları var, daha doğrusu özel çevre koruma alanları var. Foça, Karaburun, Saroz Körfezi gibi. Bununla ilgili araştırma ve çalışmalarımız var. Dolayısıyla bizim araştırmalarımız açık denizlerin korunması için daha doğrusu denizlerin korunması için bu sözleşme kapsamında bir altlık olarak değerlendirilebilir. İstenirse hem kamuoyu hem yetkililerle paylaşılabilir. Ege ve Akdeniz’de açık denizlerin korunması için Türkiye’nin sözleşmeyi imzalaması lazım. Ama Türkiye imzalamazsa bile Akdeniz’de 22 ülke var bu ülkeler buna hazır.” (DHA)
OHAL kapsamında çıkarılan 126 numaralı kararname ile deprem bölgelerinde inşa sürecinde tek karar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı oldu. Avukat Can Terbiyeli’ye göre kararname yeni rant alanları yaratma ve şehir sakinlerini yerlerinden etme riskini taşıyor.
Cengiz Anıl BÖLÜKBAŞ
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, deprem bölgesinde ilan edilen OHAL’in ardından 24 Şubat’ta yerleşme ve yapılaşmaya dair 126 numaralı kararname çıkardı. Gerekçe olarak deprem bölgelerinin yeniden yapılaşması gösterilse de kararname, yeni rant alanlarının önünü açacağı ve şehirde yaşayanları yerlerinden ederek, kentlerin sosyal yapısını bozacağı gerekçesiyle eleştiriliyor.
Kararnameye ile kentlerin inşası ile ilgili yetkiler tek bir elde merkezileşti. İnşa sürecinde tek karar verici mekanizma Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı oldu. Kararnameyle, geçici ve kesin iskan alanlarının bakanlıkça belirlenmesinin, orman ve meraların iskan alanı olarak kullanılmasının önü açıldı. Ayrıca kararnameye göre, imar planları için askı ve ilan sürelerinde itirazın kalkması, mülklerin takas edilmesi ve kamulaştırması ve itirazların sonucu beklenmeden kamulaştırma uygulanabilmesi söz konusu.
Kararnameyi Avukat Can Terbiyeli ile konuştuk. Terbiyeli’ye göre, kararname, yeni bir rant sahası yaratılacağı izlenimi verirken, hükümet binlerce yıllık şehirleri değişime tabii tutmanın peşinde.
‘HER MADDESİNDE BİR ACİLİYET VAR’
24 Şubat 2023 tarihinde yürürlüğe giren 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi deprem bölgelerinde yeniden yapılaşmaya ilişkin, şehirlerde mülksüzleştirme, insansızlaştırma ve çevre krizlerine sebep olacak kimi maddeler yer alıyor. Öncelikle, bu kararname hakkında neler söyleyebilirsiniz?
“Bana bu kararnameyi tek kelimeyle ifade edin deseydiniz, size “acele” diyebilirdim. Her maddesinde bir aciliyet var. Bu aciliyet bahanesiyle de tüm istişare ve denetim mekanizmalarının ortadan kaldırılması söz konusu. Hükümet bu büyük yıkımı bir fırsata çevirip, önüne çıkabilecek engelleri baştan ortadan kaldırmayı hedeflemiş görünüyor.”
“126 sayılı kararnameyle yeniden yapılaşmaya ilişkin tüm yetkiler Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na veriliyor. Yine olağanüstü hal sebebiyle Bakanlığa olağan yetkilerin dışında olağanüstü yetkiler de tanınıyor. Özellikle günümüz hukukunun temeli olduğu varsayılan mülkiyet hakkının dahi güvencesiz hale getirilmesi, orman ve mera alanlarının ‘gerekli görülmesi halinde’ iskan alanı olarak belirlenebilecek olması, imar hukukuna ilişkin tüm hukuki denetimlerin ortadan kaldırılmış olması gibi olağandışı yetkilerin tek elde toplanması yeniden yapılaşma bahanesiyle yeni bir rant sahası yaratılacağı izlenimi veriyor.”
‘DEĞİŞİMİN TEMEL SAİKİ ŞEHRİN SAKİNLERİNİ YERİNDEN ETME’
Kararnamede imar planları için askı ve ilan sürelerinde itirazın kalkması, mülklerin takas edilebilmesi, kamulaştırılması, itirazların sonucu beklenmeden kamulaştırma uygulanabiliyor. Bu kararname neler getiriyor?
“126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’ndeki tüm hükümler aslında depremden etkilenmiş olan şehirlerin yeninde yapılanmasına ilişkin bir kararname olsa da; içeriği bakımından büyük bir tehlike içeriyor. Hükümet bu kararnameyle ve depremde yaşanan yıkımları da bahane ederek, binlerce yıllık şehirleri büyük bir değişime tabi tutmanın peşinde. Bu değişimin temel saiki ise şehrin sakinlerini yerinden etme. Bir kenti sadece binalardan ve yapılardan ibaret görmek büyük bir yanılgı. Bir şehrin ruhu, o şehrin sakinleri ve bu sakinler arasındaki tüm ilişkilerden ibarettir. Şayet şehri sakinlerinden arındırırsak ortada yapı yığınlarından başka hiçbir şey kalmaz. İşte bu kararname maalesef şehri sakinlerinden arındırıp, yapı yığınları dikmek ve bu yolla gerek inşa aşamasında gerekse de sonrasında yeni rant alanları yaratmaya yol açabilecek nitelikte bir kararname.”
“Örneğin Antakya özelinde değerlendirirsek; şehrin tarihi kısmı olarak adlandırılan ve Kurtuluş Caddesi, Saray Caddesi ve Uzun Çarşı bölgesi aynı zamanda şehrin ruhunu oluşturan sosyal ve ekonomik hayatın da merkezi niteliğinde. Bu bölgelerde yaşayan ya da çalışanlar da bu kültürün bir parçası. İşte bu kararnameyle bu bölgede ikamet eden, çalışan sakinlerin mülklerine el konulabilecek, onlara ‘yeni şehir’ de ikame mülkler verilerek şehrin merkezinden uzaklaşmaları sağlanabilecek, böylece şehrin ruhunu oluşturan unsurlar ortadan kalkacak. Henüz teyit edilmiş olmasa da, kulağımıza gelen duyumlar tam bu minvalde. Antakya’nın yeniden inşa edilmesi sırasında ikamet alanlarının dağlık alanda olacağı, şu anki şehir merkezinin ise tamamen ticari bir merkeze dönüştürüleceği konuşuluyor.”
Avukat Can Terbiyeli
‘ANAYASAYA AYKIRIKLAR SÖZ KONUSU’
Kararname ile ne gibi usulsüzlükler yaşanabilir? Ayrıca bir OHAL kararnamesinden bahsediyoruz. Seçimlerden önce meclise sunulacağı tahmin ediliyor. Böyle bir süreç içerisinde kabul edilmesi muhtemel bir durum. Bu konu hakkında neler söylersiniz?
“Kararname 8 Şubat 2023 tarihinde ilan edilen OHAL kararı kapsamında düzenlenmiş bir kararname. Dolayısıyla pozitif hukuk açısından bir usulsüzlük söz konusu değil. Ancak içerik itibariyle gerek hukukun evrensel ilkeleri gerekse de Anayasa’ya aykırılıklar söz konusu.”
“Bundan sonra bu kararnamenin en geç üç ay içerisinde Meclis’e sunularak onaylanması gerekiyor. Seçim sürecine de girdiğimiz bu süreçte, Meclis çoğunluğunu elinde bulunduran iktidar kanadının bu kararnameyi bir an önce Meclis’e sunacağını ve Meclis’te onaylanacağını öngörüyorum. Bu onaylamanın ardından kararname hükümleri kanun vasfını kazanıyor. Olağan dönem kanunlarının Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yolları mevcut olsa da; Anayasa’nın 148. Maddesi gereğince olağanüstü hal döneminde çıkarılan kararnamelere karşı Anayasa mahkemesine iptal davası açılamaz. Bu nedenle bu kararnamenin Meclis’e sunulup onaylanması halinde ortadan kaldırılması için ancak yeni bir kanun çıkarılması gerekecek.”
“Öncelikli olarak bu kararnamenin gündemde tutulması, çeşitli kurumlarca kamuoyunun bilgilendirilmesi ve Meclis’e geldiğinde etkin bir muhalefet direnciyle karşı çıkılması gerekiyor.”
COP15 olarak da bilinen BM Biyoçeşitlilik Konferansı’nın 16’ncısına ev sahipliği yapacak. Ancak Phaselis’te halk plajı ve günübirlik tesisler inşa edilmesi amacıyla başlatılan proje, doğal ve kültürel miras açısından endişe verici boyutta…
Yusuf Yavuz
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın iki ayrı halk plajı ve günübirlik tesisler inşat etmeye başladığı Antalya’daki Phaselis antik kenti çevresinde, 22 tanesi yalnızca alana özgü endemik olmak üzere toplam 177 bitki türü bulunuyor. Beydağları Sahil milli Parkı sınırları içerisinde bulunan Phaselis’te 122 kuş türü, 33 amfibi ve sürüngen 27 de memeli türü tespit edildi. Antik kent ve çevresinde, uluslararası koruma kriterlerine göre nesli tehlike altında ve zarar görebilir kategorisinde türler de bulunuyor. Antik kentin adıyla anılan Phaselis burçağı (Lathyrus phaselitanus) Phaselis salebi (Ophrys phaseliana) başta olmak üzere birçok tür, zengin doğal ve kültürel mirasın bir arada olduğu bu özel korunan alanda çarlığını sürdürüyor. Phaselis gibi birçok özellikli korunan alana sahip olan Antalya, 2024 sonbaharındaCOP15 olarak da bilinen BM Biyoçeşitlilik Konferansı’nın 16’ncısına ev sahipliği yapacak. Ancak deniz ve karasal ekosistemleri bir arada barındıran Phaselis’te halk plajı ve günübirlik tesisler inşa edilmesi amacıyla başlatılan proje, doğal ve kültürel miras açısından endişe verici boyutta.
Kültür ve Turizm bakanlığı tarafından Antalya’daki Phaselis antik kentinin koruma alanı içinde başlatılan halk plajları ve günübirlik tesisleri içeren proje kamuoyunda endişeyle karşılandı. İptal edilmesi için iki ayrı dava açan yöre halkı, ayrıca iş makineleri ile inşaat yapılan çalışmaların korunan alanı tahrip ettiği gerekçesiyle sorumlular hakkında Kemer Cumhuriyet Başsavcılığı‘na suç duyurusunda bulundu.
PHASELİS’TE 177 BİTKİ TÜRÜ TESPİT EDİLDİ
Likya uygarlığının önemli liman kentlerinden biri olan Phaselis ve çevresi, arkeolojik kalıntıların yanısıra önemli bir biyoçeşitlilik alanı. Phaselis ve çevresinde yürütülen bilimsel çalışmalarda bugüne kadar 59 familya’ya ait 177 tür tespit edildi. Phaselis’te ayrıca 22’si endemik olmak üzere 223 takson teşhis edilirken, bunların 4 tanesinin inşaat faaliyetlerinin sürdürüldüğü ormanlık alanda vardığını sürdürdüğü belirtildi.
İNŞAAT BAŞLATILAN BÖLGEDE 4 ENDEMİK TÜR BULUNUYOR
İş makineleriyle inşaat çalışmalarının sürdürüldüğü bölgede yayılış gösteren 4 endemik tür ve koruma statüleri şöyle: Petrorhagia pamphylica (zarçiçeği) Antalya endemiği olan bu tür, IUCN kategorilerine göre zarar görebilir kategorisinde. Sideritis lycia (kemer çayı). Olimpos-Beydağları Milli Parkı endemiği olan tür, (zarar görebili) kategorisinde. Stachys sericantha (dikenli çay). Olimpos-Beydağları Milli Parkı endemiği olan bu tür ile Akdeniz Bölgesi endemiği olan Thymus revolutus (kum kekiği) de zarar görebilir kategorisinde yer alan türlerden.
122 KUŞ TÜRÜ, 27 MEMELİ, 33 AMFİBİ
Phaselis’teki fauna da oldukça zengin bir çeşitliliğe sahip. Yapılan bilimsel çalışmalarda Phaselis’te 122 kuş türü, 33 amfibi ve sürüngen 27 de memeli türü tespit edildi. Türkiye’de yayılış gösteren yaklaşık 165 kurbağa ve sürüngen türünden 33’ünün projenin uygulanacağı inşaat sahası ve yakın çevresinde de yaşadığı kaydedildi.
AKDENIZ FOKUNUN DA YAŞAM ALANI
Phaselis ve yakın çevresindeki memeli türlerinden nesli tükenmekte olan Akdeniz foku ve tilki Türkiye’nin de taraf olduğu CITES=Nesli Tehlikede Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticareti’ne ilişkin sözleşmeye göre avlanmaları, öldürülmeleri, iç ve dış ticareti kesinlikle yasak. Bu durum cezai müeyyidelerle güvence altına alındı.
ÜREME VE YAVRULAMA DÖNEMİNDE İNŞAAT PROJESİ
Phaselis’te özellikle halk plajı projesinin uygulanmak istendiği Bostanlık Koyu Kumsalı’nda yuva yaptığı bilinen deniz kaplumbağalarından İribaş Deniz Kaplumbağası (Caretta caretta) türünün sahile yakın yerlerde yapılacak her türlü faaliyetten etkileneceği belirtiliyor. Uzmanlara göre özellikle üreme ve yavrulama dönemi olan bahar ve yaz aylarında yapılan inşaat faaliyetleri ile bunlara bağlı hafriyat, gürültü, ve ışık gibi uyaranların türü olumsuz etkileyeceği kaydediliyor: “Sahil yapısının bozulması, buna bağlı olarak popülasyonun üreme başarısının düşmesi, popülasyondaki birey sayısını azaltacak, geri döndürülemeyecek bir biçimde popülasyonlara zarar verecektir. Sahanın ekolojik bir bütünlük içinde ele alınıp değerlendirilmesi en doğru yoldur. Bu derece önemli ve hassas türleri barındıran, hassas ve kırılgan biyotopların en doğal halleriyle korunması kesinlikle şarttır. Aksi takdirde bu türlerin telafi edilemeyecek zararlara uğraması hatta yok olması kaçınılmazdır.”
MİLLİ PARK ADIM ADIM KÜÇÜLTÜLDÜ
Phaselis’in çevresiyle birlikte bütüncül bir koruma anlayışı ile yönetilmesi gerekiyor. Bu amaçla antik kentin koruma alanının sınırları 2016’da genişletildi. Ancak koruma alanı sınırları içerisinde yer alan Alacasu ve Bostanlı koylarında toplam 85 bin metrekarelik alanın bölgedeki insan baskısını artıracak şekilde yapılaşmaya açılması koruma ilkeleriyle çelişiyor. Phaselis’in de içinde bulunduğu bölge, 1972’de milli park olarak ilan edilmişti. Ancak Beydağları Sahil Milli Parkı’nın sınırları zamanla yapılan tahsisler neniyle 69 bin hektardan 31 bin hektara düştü. Alandan parça parça koparılan koy ve sahiller bugün turizm işletmelerinin işgali altında bulunurken, bölgedeki denizsel ve karasal biyoçeşitlik üzerindeki baskı da artıyor.
YENİ KONFOR ALANLARI BASKIYI ARTIRACAK
Halkın kullanabileceği sahillerin de turizm tahsisleriyle kapatılması nedeniyle ortaya çıkan sorun, korunan alan olan Phaselis’teki koyların yapılaşmaya açılmasıyla çözülmek isteniyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın projedeki ısrarının bir nedeni de alanın kötü kullanımı ve antik kent üzerindeki baskıyı azaltmak. Ancak insan baskısını azaltmak için bölgenin konfor akanını artıracağı için daha çok insanı çekeceği öngörülen projenin doğal ve kültürel miras üzerindeki baskının katlanarak artıracağı kaydediliyor.
TÜRKİYE PHASELİS’İ KORUMAK İÇİN SÖZLER VERDİ
Phaselis’te yer alan biyolojik varlıklar, başta CITES (Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme) olmak üzere Türkiye’nin taraf olduğu ve koruma sözü verdiği çok sayıda uluslararası bağlayıcılığı bulunan sözleşme bulunuyor: Rio Biyolojik Çeşitliliği Koruma Sözleşmesi (Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi), BERN Sözleşmesi, Ramsar Sözleşmesi (Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme), Barselona Sözleşmesi (Akdeniz’in Deniz Ortamı ve Kıyı Bölgesinin Korunması Sözleşmesi), SPA ve Biyoçeşitlilik Protokolü (Akdeniz’de Özel Koruma Alanları ve Biyolojik Çeşitliliğe İlişkin Protokol), LBS Protokolü (Akdeniz’in Kara Kökenli Kaynaklardan ve Faaliyetlerinden Dolayı Kirlenmeye Karşı Korunması Protokolü).
ANTALYA 2024’TE COP16’YA EV SAHİPLİĞİ YAPACAK
Aralık 2022’de Montreal’de gerçekleşen BM Biyoçeşitlilik Konferansı sırasında açıklama yapanTarım ve Orman Bakanı Prof. Dr. Vahit Kirişci,“2024 yılının Ekim-Kasım aylarından birinde COP16’ya Antalya’da ev sahipliği yapacağız. Konferans alanında açtığımız Türkiye standında da katılımcıları ülkemize davet ettik” bilgisini vermişti.
ULUSAL BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK KURULU OLUŞTURULDU
Bakan Kirişci, “Böylesi bir toplantıya ev sahipliği yapabilmemiz için 2019 yılında Sayın Cumhurbaşkanı’mızın talimatıyla Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Koordinasyon Kurulu oluşturuldu. Bu kurul, o tarihten bu yana yapılması gerekenler konusunda kapsamlı çalışmalarını sürdürüyor” ifadelerini kullanmıştı.
COP16’DA 2030 HEDEFİ EN AZ YÜZDE 30 KORUNAN ALAN
Bakan Kirişçi’nin 2024’te Antalya’da düzenleneceğini duyurduğuCOP16, 2030’a kadar kara ve deniz alanlarının yüzde 30’unun koruma altına alınmasını hedefliyor. Kısaca (30 x 30) olarak anılan bu koruma hedefine ulaşmak için bugün Phaselis’le ilgili alınan kararların uzun vadede ulusal ve uluslararası yüzleşmeleri olacağının unutulmaması gerekiyor. Phaselis’in yapılaşmaya açılmasına neden olacak kararlar, yalnızca kültürel miras, turizm ve rekreatif beklentileri karşılamak amacıyla değil, aynı zamanda bütüncül koruma açısından değerlendirilmesi gerekiyor.
4 noktadan alınan su numunelerinde yapılan laboratuvar analizleri sonucunda 2 numunede “toplam koliform bakteri sayısı” İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik değerlerinden yüksek çıkmıştır.
Depremin gerçekleştiği on ilde acil yardım sürecinden rehabilitasyon sürecine geçildi. Depremzedelerin bu süreçte ihtiyaçları değişmeye başladı fakat bazı acil ihtiyaçlar hala geçerliliğini koruyor. Şu aşamada artık tüm depremzedelerin geçici konutları olan konteynerlara geçmesi gerekiyordu. Hala çadır dahi bulamayıp kendi imkânları ile yaptığı muşamba barakalarda birçok çocuk, hasta ve yaşlı ile kalabalık bir halde yaşayan depremzedeler var. Altıncı haftada hala su, gıda ve temel ihtiyaçlar büyük problem. Günlerdir sıcak su ve yıkanacak yer bulamayanlar var. Afet bölgesinde bit ilacı artık bir ihtiyaç oldu. Afet bölgesinde salgın hastalıklar ve hijyen sorunu baş göstermeye başladı. Çocukları için utanarak bit ilacı isteyen annenin değil bu ülkeyi yönetenlerin utanması gerekmektedir çünkü bu iktidarın utancıdır.
Depremin başından itibaren Pazarcık’ta Silopi Belediyesi bugüne kadar tam 105.400 kişiye yemek dağıttı ve dağıtmaya devam ediyor. Antakya’da Patnos Belediyesi günlerdir yemek dağıtıyor. Bütçeleri çok küçük olan bu belediyelerin bu destek için yoktan var ediyor olması inanılmaz bir başarı. Buna ek olarak afet bölgesine yakın 65 belediye daha afet bölgesi için seferber olsaydı birçok yara hızla sarılabilirdi. 48’i kayyım, 17’si mazbata hukuksuzluğu ile gasp edilen HDP belediyeleri tüm afet bölgesine yetişebilir, şu anda sorun olan acil ihtiyaçları karşılayabilirdi. Kayyım atanan belediyelerin hali ortada, kayyım lükslerinden bütçesi borçlara boğulan kayyım belediyeleri Silopi Belediyesi’nin eline su bile dökemez. Bir afet kenti olan Amed Belediye Eş Başkanları görevlerinin başında olsaydı bu afette takdire şayan bir örgütlülük gösteren Amed halkı ile birlikte tüm bölgeye destek sağlayabilirdi. Van Kayyım Belediyesi neden hiçbir afet kentinde görünür değil? Çünkü canı gönülden çalışan seçilmiş eş başkanlarının koltuğunu sürekli yolsuzluk yüzünden değişen ve görevi belediye kaynaklarını yiyip, peşkeş çekme olan kayyımlar gasp etmiştir. Adıyaman’a Türkiye’nin en uzak batısından gelen belediyeler yerine Mardin Belediyesi daha hızlı ulaşabilirdi. Bu afet kayyım belediyelerindeki bozuk düzeni de açığa çıkarmıştır. Kayyımcı zihniyet sadece bulundukları il ve ilçelerdeki halk iradesini değil afet yaşayan halkların yardıma ulaşma haklarını da gasp etmiştir.
Özyönetim kayyım atanan belediye eş başkanları tarafından dile getirildiği için birçok belediye eş başkanı tutsak edildi. Fakat tüm bu afet süreci özyönetimin ne olduğunu, ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koydu. Özyönetim bir kentin kendine yetebilmesidir. Mahalle mahalle, köy köy kendine yetecek şekilde örgütlü olmasıdır. Bir mahalle düşünün, her bir sakini birbirinden haberdar çünkü yönetimde karar alma iradeleri var. Her tür kriz için yeterli imkânı, teçhizatı ve her şeyden önemlisi örgütlülüğü var. Kendi üretip, kendi kazanıp kendini çevirebiliyor. Bir afet durumunda akut süreçte tüm mahalle sakinleri acil ihtiyaçlar için toplanabiliyor. Arama kurtarma için Çin’den ekip gelmesine gerek kalmadan kendi imkânları ile ilk acil arama kurtarma çalışmasını başlatabiliyor. Mahallenin sokakta kalmadan barınabileceği ortak güvenli bir alanı var. Yemek, su sağlanabiliyor. Akut süreç bittikten sonra rehabilitasyon sürecinde dahi yaşamın normale dönmesini sağlayabiliyor. İşte bu özyönetimdir. Şu anda birçok köyde yardımlar muhtarların insafına bırakılmış durumda. Elbette vicdanlı muhtarlar tüm köy için çırpınıyor fakat sadece kendi ailesini, ilişkisi bulunan partilileri gözetip çok muhtaç durumdakileri görmezden gelenler de var. Özyönetimini yapabilen bir köyde dayanışma olur. Kimseye haksızlık yapmak için alan açılmaz.
Özyönetimde en önemli şey kentin en küçük birimlerinde dahi orada yaşayan sakinlerin karar alma mekanizmalarına dahil olup kendi yaşamı üzerinde direk söz sahibi olabilmesidir. Kentin en küçük biriminde bir mahalle veya köy meclisi ile karar almak belediyeye meclis üyesi seçmiş olmaktan çok daha pratik ve işe yarayan bir yönetim şeklidir. Temsili demokrasinin getirdiği hiyerarşiyi, hantallığı, koordinasyonsuzluğu ortandan kaldırmaktadır. Daha büyük meclisler için seçilen kişilerin işi sadece aktarım ve koordinasyon olmaktadır. Özyönetim halkları da birbirine kenetleyen dayanışmanın güçlenmesine katkı sunmaktadır. En ufak toplumda dahi ayrımcılığın olmasının önüne engel koymaktadır çünkü herkes kendi iradesini karar alma mekanizmasına yansıtabilmektedir.
Özyönetimi sanki yıkıcı bir süreç gibi görenlerin asıl derdi de tam olarak herkesin bir irade olabilmesidir. Rant yok, kayırma yok, liyakatsizlik mümkün değil. Hangi iktidar sevdalısı sever ki böyle bir yönetim şeklini? Halkları yönetilebilir sürüler olarak görenler için adeta bir kâbustur halkın kendi özyönetimini yapabilmesi. Her kesimden insan ben varım ve bu benim kararım dediğinde herkesin bunu saygıyla karşılayacak olması ne krallara ne de kraldan daha kralcı olan yandaşlara yaramaz.
Birlik ve beraberlik egemen olan dilin, dinin, kültürün tüm ötekilerin sesini bastırıp kendini dayatması değildir. Asıl birlik ve beraberlik saygı ve dayanışmadadır. Her renkten, dilden, ırktan, kültürden, cinsten ve cinsel yönelimden insanın bir arada saygı ile karar almasıdır birlik ve beraberlik. Kimse bastırılıp sesi kısılmazsa herkes saygıyı benimseyebilir. Saygı el etek öpmek değil, saygı birbirine müsaade etmek, alan açmak, tahammül ve hoşgörü göstermektir. İşte tüm bunların örgütlenebilmesidir özyönetim. Kentler ancak karar mekanizmalarında herkesin özgürce söz hakkı sahibi olduğunda kendine yetme sürecini başlatabilir. Bir kentin kendine yetebilmesinin kalbinde halk iradesi vardır. Bu acı felaket bizlere her bir mahallenin ve köyün kendine yetebilmesinin önemini göstermiştir. En küçük birimi dahi kendine yetebilen kentler mümkün.