Çarşamba, Temmuz 30, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog

BATI AKDENİZ HAVZASI, BÜYÜKMENDERES HAVZASI, KUZEY EGE HAVZASI DEĞERLENDİRMESİ

Muğla Su İnisiyatifi tarafından oluşturulan bu rapor, Türkiye’deki Batı Akdeniz, Büyük Menderes ve Kuzey Ege havzalarına ilişkin su tahsis planlarını eleştirel bir şekilde incelemektedir. Yazı, bu planların mevcut yasalara, uluslararası anlaşmalara ve iklim değişikliği gerçeklerine aykırı olduğunu savunmaktadır. Özellikle, su tahsisinde içme suyu ve çevresel ihtiyaçlar yerine sanayi, enerji ve madencilik gibi sektörlere öncelik verilmesi eleştirilmektedir. Belge, bu durumun su kaynaklarının tükenmesine, çevresel yıkıma ve gıda güvenliğinin tehlikeye girmesine yol açabileceğini belirtmektedir. Ayrıca, termik santrallerin faaliyetlerine devam etme planlarının yargı kararlarına aykırı olduğu ve halkın karar alma süreçlerine katılımının dışlandığı vurgulanmaktadır.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e açık mektup

Bilge Seçkin Çetinkaya

Türkiye’nin taraf olduğu Paris İklim Anlaşması uyarınca, küresel sıcaklık artışını 1.5°C ile sınırlama hedefi, taraf devletler açısından bağlayıcıdır. Torba Yasa ile madencilik, termik santral ve arazi kullanımına dair getirilen kolaylıklar bu hedefi doğrudan tehdit etmektedir.

Doğa koruma mevzuatını işlevsiz hale getiren değişiklik paketi, ülkenin dört bir yanında ormanlar yanarken kesintisiz 26 saatlik komisyon toplantısından geçmesinin ardından TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Daha önce “İklim Yasası” adı kullanılarak getirilen emisyon ticaret yasası ile birlikte, son yılların en büyük ekolojik yıkım programının uygulanmasına başlandı. Torba yasanın geçirilmesi için çalışmaya ara verme takvimi uzatılan TBMM Genel Kurulu’ndaki görüşmeler sırasında, iktidar milletvekillerinin hırsı ve tahammülsüzlüğü muhalif milletvekillerine saldırganlık boyutuna ulaştı. Temmuz ayının ortasında Ankara’da yaşanan sel felaketi ve Akbelen köylülerinin Meclis önündeki feryatları arasında ekolojik yıkım yasaları kabul edildi.

Torbanın dibi delik

Çevre Kanunu, İmar Kanunu, Maden Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, Mera Kanunu, Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun, Orman Kanunu, Kamulaştırma Kanunu ve Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun’da yapılan değişikliklerle neredeyse çevre ile ilgili bütün temel kanunlarda değişiklik yapıldı. Bu değişiklikler, hukuksal açıdan “kanun” olarak nitelendirilecek genel ve asli kurallar getirmekten çok uzakta kalıyor. Şeklen “kanun” olarak görünse de tek tek somut olaylar, belli bir şirket veya proje için doğa lehine konulmuş kuralları ortadan kaldırıyor. Yasama faaliyeti, şirketler için operasyonel kararlar üretmek için araçsallaştırılıyor. Maden sahibi ya da ortağı milletvekilleri, kanun teklifindeki imzalarıyla yapılan operasyonu üstlendiler. Bu yaklaşımla yasama tekniği açısından getirilen düzenlemelerdeki eksiklikler de ikinci planda kaldı. Daha sonra yeni torba paketlerle bu kusurları gidermeye çalışacaklarını ve bu vesileyle şirketler lehine yeni fırsatlar yaratacaklarını tahmin etmek zor değil. Mevzuat, her aşamada daha delik deşik ve sistematik yapısını kaybetmiş olacak. Yama tutmayıncaya kadar bu yolda ısrar edecekler. Şimdilik değişiklikler serisinin ilkini görmüş olduk.

Bu değişiklikler muhalefet tarafından Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) taşınacak ve AYM’nin bir an önce karar vermesi için kampanyalar düzenlenecek. AYM’nin kendi içtihadını da çiğneyen bu değişiklikleri iptal edeceği konusunda ise son dönem kararları olumsuz sinyaller veriyor. AYM, bu kez “sürdürülebilir kalkınma”, “sürdürülebilir çevre” diyerek 20 yıl önceki kararlarının aksine bir tutum alabilir.

Pakette kanunla düzenlenmesi gereken konular, yönetmeliklere bırakıldı. Yürütmenin insafına terk edilen bu yönetmelikler hakkında Danıştay’a çok sayıda iptal davası açılacak. Danıştay’da önceki Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliği davaları, sonrasında zeytinlik alanlarla ilgili çıkartılan Maden Uygulama Yönetmeliği Değişikliği için açılan dava gibi çok sayıda davalar açılacak. Danıştay’daki bu davalarda Anayasa’ya aykırılık temel iptal nedeni olarak öne çıkacağından, AYM’nin vereceği karar belirleyici olacak. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı ve “süper izin” yetkisi verilen kurulun faaliyetleri de yönetmelikle düzenleneceğinden şimdilik ne ile karşılaşacağımız tam bir belirsizlik içeriyor. Ama hem bu yönetmelik hem de kurulun alacağı kararlar da Anayasa’ya aykırılık iddialarıyla açılacak davalara konu olabilecek. Asıl önemli dava yükü, ilk derece mahkemelerindeki çevre davalarında. ÇED izinleri, ormanlık alanlar, mera alanları, zeytinlik alanlar, ruhsat ve diğer izinler hakkında açılan davalarda yapılan yasal değişikliklerin Anayasa’ya aykırılığı gündeme gelecek. Çevre davalarında alışık olduğumuz keşif-bilirkişi süreçleri ve bilirkişi raporlarının davalardaki önemi geri planda kalabilir.

Torba Kanun’un Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla Türkiye’de açılacak çevre davalarının büyük bir bölümü AYM’nin vereceği karara kilitlenecek. Bu nedenle TBMM muhalefetinin AYM’deki iptal başvurusu, ekoloji hareketleri için ortak bir ana dava niteliği kazanacak. Torba Yasa’nın en somut hukuksal sonucu, AYM önünde “çevre davaları torbası” yaratması olacak. Yeni açılacak her çevre davasını, AYM’de de açılmış kabul edebiliriz.

Zeytin kardeşliği

Siyasal iktidarın ekolojik yıkım getiren her düzenlemesinde olduğu gibi bu son yıkım paketi de genel gerekçe ve madde gerekçelerinde “yeşil”, “yenilenebilir”  ve “çevreci” makyajla sunuldu. Doğal varlıklar üzerinde yaratacağı yıkıcı etkiler yanında Çevre Hukuku alanındaki en önemli kazanımlardan olan katılım ilkesi, yasama sürecinin her aşamasında yok sayıldı. Komisyon toplantısına girmek isteyen hukukçular yerlerde sürüklenerek, köylülere ve ekoloji aktivistlerine Meclis giriş yasağı getirilerek katılım hakkını hatırlatmalarına bile izin verilmedi. 1972 yılında BM’nin çevre hakkını kabul etmesinden 1992 Rio Zirvesi’ne ve sonrasında çevre alanındaki ileriye dönük her adımda çevresel karar alma süreçlerinde katılım mekanizmaları güçlendirildi. Evrensel hukuk normu haline gelmiş son yarım asırlık bütün hukuksal kazanımlar yok sayılıyor. Bu geriye gidiş kadın hareketi açısından İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecine benzetilebilir. Ama bundan çok daha fazla bir düşüş söz konusu.

Torbada zeytinliklerden başka ve çok fazla sakıncalı düzenleme olduğu ilgili herkesin malumu. Hatta paketin zeytinliklerle sınırlı ele alınması kampanya gruplarında sert bir biçimde eleştiriliyor. Zeytinin mitolojik imgesi, tasfiye edilmek istenen üretici köylülüğün toprakla bağını görünür kılması, kapitalist yağmanın dolaysız anlatımı olması nedeniyle ekolojik yıkıma karşı mücadelenin simgesi haline gelmesini sağladı. Cihatçı çetelerin Afrin’deki zeytin ağaçlarını sökmesi, Filistin topraklarındaki zeytin ağaçlarına İsrail’in yaptıkları, zeytini koruma mücadelesini sermayeye ve dünyadaki gericiliğe karşı mücadele açısından da simgesel hale getiriyor.

Hukuksal açıdan da 1939 tarihli Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun, daha önce şirketler için defalarca aşılmaya çalışılmasına rağmen kamuoyu tepkisiyle geri çekilmişti. Bu son değişiklik hamlesi ise bu kez TBMM’den geçerek ekoloji mücadelesinde yeni bir evreye girilirkenki tarihsel kırılma momenti oldu. Diğer bir değişiklik başlığı olan acele kamulaştırmaların ilgili olduğu Milli Müdafaa Mükellefiyet Kanunu da 1939 tarihli. Orman Kanunu 1956 tarihli; ama 1937 tarihli Kanun’un geliştirilmesi şeklinde düzenlenmiş. Aynı şekilde 1998 yılında çıkan Mera Kanunu’nda 1927 yılına kadar götürülebilecek Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren getirilen düzenlemeler, günün ihtiyaçlarına göre bu tarihte yenilenmiş. Paketle gelen bu en son yasal değişiklikler, Cumhuriyet’in ilk döneminden itibaren bugüne kadar geliştirilen 100 yıllık doğa koruma mevzuatından tarihsel bir geriye düşüştür. Ekoloji hareketleri yaratacağı yıkımın ağırlığını bilerek yasama sürecindeki kararlı duruşlarını büyüteceklerini TBMM’deki oylama sonuçlandığı anda ilan ettiler.

Ekolojik yıkım paketi TBMM’den geçmiş oldu. Daha önce de pek çok ekolojik konuda dönemsel olarak ya da sorun odaklı popüler gündemler oldu. Bergama veya Cerattepe direnişleri, Gezi süreci, hayvan hakları ile ilgili yasa değişiklikleri gibi ülke geneline yayılan ekolojik tartışmalar yaşandı. Son bir ayda ise toplumun farklı kesimlerinden ve siyaset yelpazesinin her kanadından ekolojik konularla ilgili daha esaslı ve kalıcı tutum alışları görüyoruz. Ekoloji hareketleri, çoğulcu ve çok renkli muhalefet yapma biçimiyle CHP ve DEM Parti haricinde muhalif partilerini de “Toprağımızı Vermeyeceğiz” talebi etrafında bir araya getirmeyi başardı. Katılım kapılarını kapatan, tekçi, dayatmacı ve otoriter siyasete karşı yerel, inisiyatif tanıyan, çoğulcu bir muhalefet örneği sergilendi.

Yasa değişiklikleri geçmiş olmasına rağmen ekoloji hareketleri, bu bir aylık mücadelede ülke siyasetine yön verme kapasitesinin farkına varan bir özgüven kazandı. Bu kazanımda kaybedilen oylamayı doğa ve yaşam alanlarımız için geri çevirecek çok fazla ipucu yer alıyor. (MH/TY)

Kaynak: https://bianet.org/yazi/hazine-ve-maliye-bakani-mehmet-simseke-acik-mektup-309546

Digital Düzen: Yeni Ağalar, Yeni Köleler?

Yusuf ÜÇAY

Merhaba! Etrafımızdaki dijital dünyayı hiç düşündünüz mü? İnternet, sosyal medya, akıllı cihazlar… Hayatımızı kolaylaştıran bu araçlar, farkında olmadan bambaşka bir düzen mi yaratıyor? Tıpkı eskiden toprak ağalarının her şeye sahip olduğu gibi, şimdi de bilginin ve platformların yeni ağaları mı var? Gelin, bu konuya biraz yakından bakalım.
Sanal Topraklar ve Görünen Olaylar

“Dijital feodalizm” kulağa ilk başta biraz sert geliyor, değil mi? Ancak etrafımızdaki durumlar, bu benzetmenin hiç de yabancı olmadığını gösteriyor. Günümüzün devasa dijital platformları, sadece birer hizmet sağlayıcı olmaktan çıktı; adeta yeni çağın toprak ağalarına dönüştüler. Ürünlerinizi satmak istediğinizde, müşterilere ulaşmak için Instagram’ın, Etsy’nin veya Amazon’un kapısını çalmak zorundasınız. Bu platformlar size küresel bir pazarın kapılarını açarken, karşılığında her satıştan komisyon alıyor, algoritmalarıyla görünürlüğünüzü belirliyor ve kurallarını diledikleri zaman değiştirme hakkını saklı tutuyorlar. Tıpkı bir köylünün ağanın toprağında çalışması gibi, siz de bu sanal topraklarda onların belirlediği şartlarda var olmaya çalışıyorsunuz.

Kendi 3D yazıcınızla benzersiz tasarımlar üretiyor, tamamen size ait bir değer yaratıyorsunuz. Bu, bireysel üretim ve girişimciliğin zirvesi gibi görünebilir. Ancak bu ürünleri satmak veya hizmetlerinizi duyurmak için yine büyük dijital ağlara bağımlı kalıyorsunuz. LinkedIn’deki profesyonel ağınız, Facebook’taki reklamlarınız ya da Etsy’deki mağazanız olmadan geniş kitlelere ulaşmanız neredeyse imkânsızlaşıyor. Kendi emeğinizle yarattığınız değeri pazara sunarken, gelirinizin önemli bir kısmını veya ürünlerinizin görünürlüğünü bu platformların insafına bırakmak zorunda kalıyorsunuz. Bu, modern bir dijital bağımlılık değil de nedir? Piyasanın “serbest rekabet” olarak sunduğu bu ortamda, aslında oyunun kuralları belirli büyük oyuncular tarafından konuluyor ve küçükler bu kurallara uymak zorunda kalıyor. Bu durum, yalnızca ekonomik bir kısıtlama değil, aynı zamanda yaratıcı ve girişimci ruhun da bir nevi platform zincirine vurulması anlamına geliyor.

Sosyal Medya ve Bilgi Akışının Perde Arkası:

Sosyal medya hepimizin hayatında büyük bir yer tutuyor. Arkadaşlarımızla iletişim kuruyor, haberleri takip ediyor, yeni ilgi alanları keşfediyoruz. Ancak burada da durum sandığımızdan farklı olabilir. Her beğeni, her paylaşım, her tıklama, aslında sizin hakkınızda bir veri parçası haline geliyor. Bu veriler birleşerek sizin dijital profilinizi oluşturuyor ve algoritmalar bu profilleri analiz ederek size neyin gösterilip neyin gösterilmeyeceğine karar veriyor. Bir tatil yeri araştırmanızın ardından karşınıza çıkan otel reklamları basit bir hedefleme gibi görünse de, aynı algoritmalar siyasi görüşlerinizi analiz edip size belirli propagandaları daha sık gösterebilir. Bu durum, aldığınız haberlerin veya fikirlerin ne kadar “tarafsız” olduğunu sorgulatır. Bilgiyi sadece tüketmekle kalmayıp, bilginin bizim hakkımızda da üretildiğini fark etmek, manipülasyonun ne denli incelikli olabileceğini gösteriyor.

Bu algoritmalar, sadece ne gördüğümüzü değil, aynı zamanda ne düşündüğümüzü de etkileyebilir. Oluşturulan “yankı odaları” içinde, sürekli kendi fikirlerimizi doğrulayan içeriklere maruz kalmak, farklı bakış açılarını görmemizi engelliyor. Bu durum, toplumsal kutuplaşmayı artırırken, eleştirel düşünme becerilerimizi aşındırıyor. Peki, böylesi bir bilgi akışı içinde, bireysel özerkliğimizi ve düşünce özgürlüğümüzü nasıl koruyacağız? Bu durum, sizin özgür düşünme ve karar verme süreçlerinizi nasıl etkiliyor olabilir?

Çalışma Hayatındaki Radikal Dönüşümler: Sosyal Güvencisizleştirme ve Yarınsızlık:

Çağımızın en tartışmalı konularından biri de gig ekonomisi. Kuryeler, sürücüler, çevirmenler gibi platform çalışanları, kendi saatlerini kendileri belirliyorlarmış gibi bir “özgürlük” vadedilse de, bu durum çoğu zaman yanıltıcıdır. İşin fiyatını, şartlarını, hatta bir sonraki siparişi platform belirliyor. Daha da önemlisi, bu platformlar çalışanlarını genellikle “bağımsız yüklenici” veya “ortak” olarak tanımlıyor. Bu tanım, platformlara geleneksel bir işverenin sorumluluğunda olan sosyal güvence, sağlık sigortası, emeklilik hakları veya sendikalaşma gibi yükümlülüklerden kaçınma imkanı tanıyor.

Bu “özgürlük” maskesi altında, bireyler aslında derin bir sosyal güvencesizliğe itiliyor. Bugün çalışmanızın karşılığını bulsanız bile, yarınınız ne kadar garantide? Hastalandığınızda, yaşlandığınızda veya platformun algoritması değiştiğinde iş bulamadığınızda sizi bekleyen bir güvence var mı? İşte bu durum, özgürlük adı altında bir “yarınsızlaştırma” riskini de beraberinde getiriyor. Dijital ağalar, bir yandan esneklik ve girişimcilik vadederek bireyleri sisteme çekerken, diğer yandan geleneksel işveren sorumluluklarından sıyrılarak büyük bir boşluk yaratıyorlar. Bu, adeta modern zamanların “neoliberal köleliği” gibi bir manzara sunuyor; bireylerin güvencesiz ve kırılgan bir gelecekle baş başa bırakılması anlamına geliyor. Bu durum, sadece bireysel yaşamları değil, toplumsal refahı ve devlete düşen sosyal sorumlulukları da derinden etkiliyor.

Bu Dijital Düzenin Potansiyel Etkileri

Bu yeni sistemin etkileri oldukça çeşitli olabilir:

Dijital ortamlarda yaratılan bu yeni eşitsizlikler sizce ne kadar derinleşebilir? Özellikle platformların sorumluluktan kaçınma eğilimiyle bu uçurum daha da açılır mı?

Verilerimiz üzerindeki kontrolümüzü kaybetmek, uzun vadede kişisel özgürlüklerimizi nasıl etkiler? Yarınımız belirsizleşirken, dijital kimliğimiz üzerindeki kontrolümüzü kaybetmek nasıl bir geleceğe işaret eder?

Tekelleşen bilgi akışı ve algoritmik manipülasyonlar, demokrasinin temel dinamiklerini değiştirebilir mi? Bu durum, toplumsal sözleşmeyi ve vatandaşların geleceğe dair beklentilerini nasıl etkiler? Bir avuç dijital ağanın, kamusal söylemi ve siyasi iradeyi şekillendirmesi ne gibi riskler barındırır?

Peki, Gelecek Nereye Evriliyor?

Bu soruların kesin ve tek bir cevabı yok. Önemli olan, bu konuyu düşünmeye başlamak, dijital dünyanın bize sunduklarıyla birlikte getirdiği potansiyel riskleri de görmek. Sonuçta, geleceğimizi şekillendiren bu dijital düzende, biz sadece birer kullanıcı mı olacağız, yoksa bu sistemin kurallarını etkileyen, değiştiren ve daha adil hale getiren aktörler mi?

TORBANIN DİBİ

Mehmet HORUŞ

Ülkenin dört bir yanında yangınlar devam ederken TBMM’de doğa koruma mevzuatını ortadan kaldıracak torba yasa görüşülüyor. Yangınların görüntüleri, yitip giden canların çığlıkları, yöre halkının çaresizliği, itfaiye ve orman işçilerinin insanüstü gayretleri torba yasanın ne anlama geldiğini bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. Belki bu yüzden hukuki bir tartışma da yürütülmüyor. AKP, doğaya karşı politikalarında yeni bir faza geçerken görüntüde de olsa tarafsızlık iddiasına gerek duymadan dümdüz ilerliyor. 24 saatten fazla kesintisiz komisyon görüşmesiyle tek bir cümlesine dokunulmadan meclis genel kuruluna getirilen kanun teklifinin yaratacağı pratik sonuçlara dair çok şey söylendi ve yazıldı. Yine de önümüzdeki dönemin ipuçlarını daha somut yakalayabilmek için torbanın dibini karıştırmakta fayda var.

Çevre Kanunu, İmar Kanunu, Maden Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, Mera Kanunu ve Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun’da doğrudan belirtilerek değişiklik öngörülüyor ama Orman Kanunu, Kamulaştırma Kanunu ve Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun başta olmak üzere ondan fazla kanunda da dolaylı değişiklik yapılıyor. Maden Kanunu’nda daha önceki ünlü 7. madde değişikliği şimdi farklı kanunlara da dağıtılarak yeniden getiriliyor. 2004 yılında da ilgili bütün kanunlar Maden Kanunu’na tabi olarak şekilde bir üst norm ihdasına yönelik değişiklik yapılmış ve bu konuda Bakanlar Kurulu’na yönetmelik çıkarma yetkisi verilmişti. Anayasa Mahkemesi 2009 yılında bu değişikliği iptal etti. Madencilerin aynı içerikte kanun ısrarının arkasında Anayasa Mahkemesi’nin bu kez iptal etmeyeceği yönünde bir beklenti olabilir. Ya da iptal edilene kadar alabildikleri kadar yol almaya, çevresel standartlardan ve hukuki bağışıklıklardan yararlanmaya devam etmeyi planlıyorlar. Çevre Kanunu’nda yapılan değişikliğe bakılırsa birinci olasılık daha güçlü görünüyor. 2006 yılında Çevre Kanunu’nun 10.maddesinde şirketlere ÇED muafiyeti getiren değişiklik çok net biçimde Anayasa Mahkemesi’nden 2009 yılında dönmüştü. Fakat bu yıl Mart Ayı’nda benzer içerikteki bir düzenleme hakkında verdiği kararda, Anayasa Mahkemesi bu içtihadından dönme sinyali verdi. (bkz. https://bianet.org/yazi/anayasa-mahkemesi-nden-ekstraktivizm-karari-305857) Bu yüzden şirketler, Anayasa Mahkemesi’nden bu kez geçeceği beklentisi içinde olabilirler.

Torbada yasama tekniği de alt üst ediliyor. Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunu’na ek madde konularak İmar Kanunu değiştiriliyor. Maden Kanunu değişikliğiyle Çevre Kanunu değiştiriliyor. Elimizde yeterli veri olmadığı için bu yöntemin yaratacağı görev ve yetki karmaşasıyla amaçlanan adrese teslim düzenlemelerin bir dökümünü yapamıyoruz. Ama ilgili konularda temel kanun niteliklerinin aşındırıldığı ve özellikle Bakanlıklar açısından görev ve yetki krizinin yaşanacağını tahmin etmek zor değil. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na imar planı onaylama yetkisi veriliyor. Yapı ruhsatları ve çalışma ruhsatları belediyeler yerine Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından veriliyor. “Zeytin ağaçlarının taşınması ile zeytin sahası tesis edilmesine ilişkin usul ve esaslar” konusu neden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na veriliyor. Ayrıca “esaslar” ile ne kastediliyor? Neden Yönetmelik denmiyor? Ya da “Orman Genel Müdürlüğü tarafından verilen izin, çevresel etki değerlendirmesi yönünden uygun görüş olarak kabul edilir.” şeklindeki düzenleme ile Tarım ve Orman Bakanlığı’na Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na ait olan ÇED yapma yetkisi veriliyor. 1985 yılında çıkan Maden Kanunu’nda 19 ek maddesi varken geçici madde sayısı 2025 yılına gelindiğinde Geçici 46.maddeye ulaşıyor. Bir kanunda maddelerinden daha fazla geçici ve ek maddesi olması, özellikle madencilik alanında nasıl bir kanun tekniği izlendiğini anlatıyor.

Enerji ve maden şirketlerinin siparişi ile acele kamulaştırmaya yönelik düzenlemeler ise özellikle yargısal denetimi işlevsizleştirmeyi amaçlıyor. Danıştay artık iyice erozyona uğramış olsa da yıllardır acele kamulaştırmanın savaş ve seferberlik gibi olağanüstü durumlarda istisnai bir uygulama olduğunun altını çiziyor. Anayasa Mahkemesi’nin çelişkili kararlarına rağmen yargısal denetim boyutuyla halen acele kamulaştırma uygulamasının Anayasa’ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin mülkiyet hakkını düzenleyen 1 nolu ek protokolüne aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Kamulaştırma Kanunu’nun acele kamulaştırmayla ilgili 27.maddesinde bahsedilen Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’ndaki orduya lazım olacak yiyecek ve içecek maddeleri, hayvanlara lazım olan ot ve saman, binek, yük ve koşum hayvanları için semer, yular, hamut, eyer gibi malzemeler, değirmenler, fırınlar, nakil vasıtalarını ilgilendiren bir kanunla RES ve GES yapmak, buna da yeni teknoloji makyajıyla “yenilenebilir enerji” demek ancak sermayenin aklıyla mümkün olabilir. 1939 yılında 2.Dünya Savaşı öncesinde çıkartılan bu Kanun’da dahi; ”Tarlalardan sahiplerinin ve işletenlerin ekip biçeceği kadar kısmı işgal edilmez” diyor. Böylece geç kapitalizm çağında, deregülasyon ile sermaye için her türlü kuralsızlık sağlanırken ezilenler için en basit hukuki güvenlik imkanı ortadan kaldırılmış oluyor.

Torbanın ikirciksiz şekilde niyetinin en açık ifadesi şu şekilde; “…ilgili kurum tarafından IV. Grup ile stratejik veya kritik madenlere izin verilmeyen hâllerde; sahanın rezerv potansiyeli, yeri, cinsi ve ekonomiye katkısı gibi hususlar dikkate alınarak Bakanlıkça yapılacak başvuru üzerine izin hakkında nihai karar, üstün kamu yararı çerçevesinde Kurul tarafından verilir. Kurul, madencilik faaliyeti lehine karar verirse ilgili kurum bir ay içinde izin kararını Genel Müdürlüğe gönderir ve ruhsat düzenlenir.” Düzenleme iki ayak üzerinde tanımlanıyor: “Üstün kamu yararı” ile yargısal denetim imkanını ortadan kaldırmak ve “sahanın rezerv potansiyeli, yeri, cinsi ve ekonomiye katkısı gibi” salt ekonomik kriterleri baz almak. Bu kanun metni sermaye için olağanüstü bir hukuksal rejim öngörüyor. Şirketler için diğer idarelerin ve mahkemelerin tartışamayacağı bir hukuki statü yaratılıyor.

Neredeyse her ilçede, mahallede ve köyde bir ekolojik sorun var. Bu ihtilaflar önemli oranda bir hukuksal mücadele olarak yürüyor. Bu nedenle avukatlarla sınırlı kalmaksızın ekoloji mücadelesi içinde yer alanlar, son yıllarda en belirgin hukuk normlarının bile ilgili idareler ve şirketler tarafından nasıl kötüye kullanılabildiğini çok iyi biliyorlar. Bu kadar kasıtlı düzenleme barındıran bir kanun teklifine ekoloji hareketlerinin yaygın bir kaygıyla reaksiyon göstermesi, bu yüzden çok anlaşılabilir bir durum.

Orman yangınları ile eşzamanlı bu yasama pratiği ve sermayenin felaketler karşısındaki soğukkanlılığı, doğal varlıklar aleyhine çok daha fazla yeni hukuksal hamlelerin önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacağını gösteriyor.  

Kapitalist İlerlemenin Çöküşü ve Ekolojik İlerlemeciliğin Yükselişi”

 Zeki KARATAŞ – Yusuf  ÜÇAY

Kapitalizm kendi nesnel büyümesini tamamlamasını hiçbir zaman sonlandırmadan sürekli kazanmak ister. Biz buna Kapitalist ilerlemecilik diyoruz.  Kapitalist ilerlemecilik, doğayı ve dolayısıyla da emeği sömürerek kendi maddi sınırlarına ulaşır. Ekolojik ilerlemecilik ise, insanın ve doğanın öznel bir parçası olduğu fikriyle, emek ve doğanın sömürüsüne karşı aynı yapısal tahakküm içinde gören tarihsel maddeci bir kopuş önerir.

  1. Kapitalist İlerlemeciliğin Sönümlenmesi:

Sanayi devriminden bu yana süregelen ilerleme miti, üretici güçlerin sınırsız büyümesiyle “uygarlığın” da gelişeceği varsayımına yaslanır. Ancak bu model, doğayı metalaştırarak, emeği ise sürekli artan üretkenlik baskısıyla yeniden ve yeniden değersizleştirerek, Kapitalizmin kendi krizlerini doğuran yapısal bir tükenişe yol açmıştır. Bugünlerde yaşadığımız iklim krizi ve toplumsal eşitsizlikler, aslında uzun süredir varolan ve yalnızca teknik değil, tarihsel bir paradigmanın çöküşünün göstergesidir. Emeğin varoluşu ve direnişi süreç içerisnde Kapitalizmin çöküşünün ve emeğin sosyalist ilerlemesinin sağlanmasını hazırlayacaktır.

  • Emek ve Doğa Arasındaki Ortak Sömürü:

Marx’ın “emek” tanımı yalnızca insanın üretici gücü değil, aynı zamanda doğanın insan eliyle yeniden biçimlendirilme süreci şeklindedir. Kapitalizm, doğayı ve emeği sermayeye tabi kılar. Bu tahakküm ilişkisi doğanın tahribatı kadar, insanın da d0ğaya yabancılaşması anlamına gelir. Bu bağlamda doğanın sömürülmesi, insan sömürüsünün biçim değiştirilerek dışavurumudur.

  • Ekolojik İlerlemecilik:

Yeni Bir Tarihsel Yön: Ekolojik İlerleme fikri, üretim hacmiyle değil, toplumsal ve doğal metabolizmaların uyumu ile ölçülmek durumundadır. Bu ilerlemecilik, klasik “doğaya egemen olma” düşüncesini değil, insanın doğayla tarihsel bağını yeniden kurma çabasını temsil eder. Bruno Latour’un deyimiyle artık “doğa” insanın dışında, edilgen bir zemin değil; tarihsel bir aktördür. (Aktör- Ağ Teorisi)

  • İnsan-Doğa Birliğinin Ontolojik (Varlıkbilim) Temeli:

Modernizmin öznesi olan birey, doğadan koparılarak kurgulanmıştır. Oysa insan, biyolojik bir varlık olarak değil, maddi üretim süreci içinde de doğanın bir parçasıdır. Ekolojik ilerlemecilik, bu birliği yeniden hatırlatarak, hem ontolojik hem politik bir yeniden konumlanmayı önerir.

  • Yeni Çağ ve Alternatif Ufuklar:

Ekososyalist yaklaşımlar, müşterekleşmiş üretim biçimleri, kent-kır dengesini gözeten toplumsal planlamalar ve doğanın hak öznesi olarak tanınması gibi önerilerle bu yeni çağın kurucu unsurlarını sunar. Artık mesele “doğayı korumak” değil, doğayı birlikte inşa ettiğimiz bir yaşam alanı olarak yeniden kurmaktır.

Savaşa Karşı Ekoloji Mücadelesini Yükseltelim

Savaşın yıkıcı etkilerini, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal harekâtıyla bir kez daha yaşıyoruz. Sıcak çatışma ortamının görüntüleri, tarihsel ve güncel bütün savaşların yarattığı acıları insanlığın barış umudunun kolektif havuzuna topluyor.  2.Dünya Savaşı’nın artık uzakta kalmış bir anı olmadığını, Hitler’e karşı inşa edilen sığınaklarda şimdi yaşam mücadelesi veren çocukların çığlıkları yüzümüze vuruyor. Savaşın tarafları ise açık bir şekilde insanlığı ve gezegeni çok daha ağır yıkımlara yol açacak nükleer savaşla tehdit ediyor. Ortadoğu’daki cihatçı çeteler, şimdi de Avrupa’da katliamlar gerçekleşmek üzere rol alıyor. AB, ABD ve Çin başta olmak dünyanın geri kalanı da doğrudan veya dolaylı bir biçimde bu savaşın içinde.  Çatışma Ukrayna’nın topraklarında cereyan ediyor olsa da küresel ölçekte bir savaş durumu içindeyiz.

Savaş, geride binlerce ölü ve onbinlerce yaralı bırakarak devam ediyor. Milyonlarca insan yerlerinden edilip komşu ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Yıkılan kentler ve yok edilen yaşam alanlarının bilançosu giderek büyüyor. Savaşan iki ülke gibi görünse de NATO üyesi ülkelerden başlayarak dünyanın geri kalan ülkelerinde de savaşa ve silaha bütçeden ayrılan paylar arttırılıyor. Halklar, artan enerji ve gıda fiyatları nedeniyle en temel insani ihtiyaçlarından mahrum kalarak savaşın faturasını ödüyor.

Savaşın insanlar ve tüm canlılarla birlikte doğal varlıklar üzerindeki yıkıcı sonuçlarına karşı tepkiler yükselmeye devam ediyor. Ancak savaşın sadece sonuçları değil, nedenleri ve cereyan etme biçimlerinin de önemli ekolojik boyutları var. Her şeyden önce petrol ve doğalgaz arzı, fosil yakıtların lojistik hatları, pandeminin de etkisiyle artan yeni güzergâh ve teknoloji arayışlarına baktığımızda bile bu, aynı zamanda bir enerji savaşı. Nitekim ilk gündem itibaren şehirlere sevk edilen tanklar ve atılan füzelerle birlikte enerji sevkiyatı ve tedarik zinciri ile gıda ambargosu, bu savaşta kullanılan en etkili silahlar olmaya devam ediyor. Nükleer savaş olasılığı ve gezegen riski, ilk defa bu kadar açık ve yakın bir tehlike olarak kaşımıza çıktı. Bu tehlikeyi bertaraf edecek BM veya başka bir uluslar arası etkili organizasyona sahip değiliz. Dünya, otoriter liderlerin anlık hırslarına bırakılmış bir nükleer savaş tehlikesiyle baş başa kalmış durumda.

Türkiye, savaşın ekolojik izdüşümlerinin en somut görünür olduğu ülkelerden biri. Rusya’nın müdahalesinin ilk anında Akkuyu ve Sinop nükleer santralleri ile Kanal İstanbul savaş denklemi içinde konuşulmaya başlandı. Ekoloji mücadelesinin temel gündemleri içinde yer alan bu iki konu savaşa karşı verilecek toplumsal mücadeleler içinde de ekoloji hareketine önemli görevler yüklüyor. Savaşın kalıcılaşma eğilimine girdiği bu günlerde barışın sembolü olan zeytinliklerin madencilik faaliyetlerine açılması için yönetmelik değişikliği yapıldı. Ardından korunan alanlarda enerji ve diğer talan projelerine imkân verecek mevzuat değişikliği yapıldı. Nükleer Düzenleme Kurumu ile ilgili yine Anayasa’ya aykırı şekilde kanun çıkartılarak; nükleer ile ilgili her türlü yetki saraya verildi. Bu son değişiklikler, bir kez daha ekoloji mücadelesinin savaşa karşı her düzeyde tutum alması gerektiğini gözler önüne sermektedir.

Her savaşta olduğu gibi Ukrayna’nın işgaliyle de insanlar yaşadıkları yerden ayrılmak, ülkeleri içinde ve dışında sığınma aramak zorunda kaldı. İltica haktır. Savaştan ve ölümden kaçan insanlara sınırlar koşulsuz açık tutulmalıdır. Yıllardır küresel adaletsizliklerin yol açtığı kitlesel yoksulluk, açlık ve savaşlar, Irak, Filistin, Yemen, Libya, Somali, Bosna ve yanı başımızdaki Rojava’da olduğu gibi kitleler halinde sığınmacı ve onların dramlarını yaratıyor. Sorumluları arasında yer aldığı savaşların yerinden ettiği milyonlara kapılarını kapatan, mültecileri boğulmaya, donmaya terk eden, sınırları dışında tutmak için ordular donatıp seferber eden Avrupa Birliği, bugün jeostratejik hesaplarla da olsa doğru olanı yapıp Ukraynalı mültecileri kabul ederken bile göçmenleri açıkça  renklerine göre de ayrıştırarak göçmen karşıtlığını besliyor.  Avrupa kalesinin duvarlarını kalınlaştırıyor. Bütün bunlar ekoloji alanında da tutarlı bir enternasyonalist duruşunun önemini bize hatırlatıyor.

Nükleer, Kanal İstanbul, zeytinlikler ve korunan alanlarda verilen ekoloji mücadeleleri savaşa karşı mücadelenin bir parçasıdır. Bu nedenle öncelikle Akkuyu nükleer inşaat çalışmalarına son verilerek doğaya verilen zararlar nükleer karşıtlarının da içinde yer aldığı bağımsız heyetler tarafından bir an önce tespit edilmelidir. Nükleer santral, 3.havalimanı yapımlarında olduğu gibi şantiyelerdeki iş cinayetleri ekolojik yıkımın öncü göstergesidir. Yaşamı öncelemeyen kapitalizmin kurtarıcısı yapı, enerji, maden ve nükleer santral projelerine son verilmelidir. Bugüne değin bu projelerde yaşamını yitiren, iş yapamaz hale gelen, yaralanan işçilerin bütün yasal hakları ödenmelidir.  Kanal İstanbul, nükleer santral projeleri ile doğal varlıklara yönelik talanın önünü açan mevzuat değişiklikleri derhal iptal edilmelidir.

Sermayenin insanlığa ve doğaya karşı yürüttüğü savaşa karşı bütün halklarla barış ve ekoloji mücadelesini yükseltelim. Ekoloji Politik

COVID-19 Pandemisinin Ekoloji Politik Değerlendirmesi

Nisan 2020

Sistemin dayattığı gibi pandemiyi tıbbileşmiş olarak karşılamak yerine altında yatan gerçekleri deşifre ederek ekoloji-politik mücadeleyi genişletmenin ve daha örgütlü hale getirmenin yollarını önümüze koymalıyız. Ekoloji Politik perspektif ile kapitalizme karşı yeni yaşamın inşasını, dayanışmayı, toplumsal örgütlenmeyi sağlamaya zorunluyuz.  

COVID-19 pandemisi ulusal ve bölgesel sınırları yerle bir ederek tüm gezegene yayıldı. Yayıldığı pek çok ülkede, Türkiye’de olduğu gibi, devletler salgını hafife aldı ve geç müdahale etti; salgın yönetimi yerine vaka yönetimini (hastane merkezli tedaviyi) esas aldı, salgını sokağa çıkma yasakları ile, gönüllü-karantina ile yönetmeye; insanları bulundukları binaya, beton yapıların içine ve bireyselliğe hapsederek aşmaya çalışmakta. Pandeminin yıkıcılığı halklar, cinsler, sınıflar ve bölgeler arasındaki eşitsizliği ve ayrımcılığı hem gözler önüne seriyor hem de derinleştiriyor.

Yaşamakta olduğumuz sağlık krizi; devam eden kapitalizmin krizi, ekolojik kriz, siyasal kriz, toplumsal kriz ve patriyarkal krizin bir parçası. Kapitalist sistem ve ulus devletler yaşamı, yaşam alanlarını baskıladıkça, krizler derinleştikçe yaşam için baş edilmeyecek durumlarla karşı karşıya kalınmakta. Ayrımcılığın, eşitsizliğin daha fazla yaşandığı ülkelerde kapitalizmin yarattığı krizler daha derin yaşanmakta.

Ekolojik yıkımın bulaşıcı olmayan hastalıklarla ilişkisi ve bu ilişkinin zamana yayılan sorunları, gıda kaynaklı hastalıkların, zoonotik (hayvanlardan insanlara bulaşan ve her iki canlı türünde de etkili olan) hastalıkların artış eğiliminde olduğu; ekoloji ve sağlık politikaları temelinde bugüne değin çok tartışıldı.

Doğal alanların, ormanların, derelerimizin üzerine konuşlanan kapitalist yapılanma bizi zehirli atıklara, hormonlu, pestisitli, GDO’lu gıdaya mahkum etti, temiz su kaynaklarımızı tüketti. Hem yoksulluk, hem de endüstriyel tarımın sonucu olarak yeterince beslenemeyenler, pandeminin sonuçlarından en çok etkilenecek olanlardır.

Sermayenin ekosistemi altüst eden müdahaleleri sadece insanların değil, tüm canlıların barınma, beslenme ve üreme koşullarını yok etmekte ve insan ile doğa arasındaki metabolik yarılmayı büyütmekte.

Kâr merkezli ve tüm yaşam alanlarımızı içine almış olan kapitalist sistem krizleri, eşitsizlikleri ve ayrımcılığı daha da derinleştirmek üzere kuruludur. Görünen o ki; endüstriyel tarım ve hayvancılık, ormansızlaştırma, kentsel dönüşüm, madenler, enerji santralleri ile doymak bilmeyen, yapısal olarak da doyması mümkün olmayan kapitalizm, patriyarkal kapitalizm, kapitalist modernite, devletli uygarlık vb. farklı politik kavramlarla tanımlanan sistem; bizleri daha fazla sağlık krizi ile meşgul edecek. Hem bulaşıcı olmayan hastalıkların hem de bulaşıcı hastalıkların yaşanacağı dönemi daha yakıcı yaşayacağız, yaşamaktayız.

Yaşadığımız bu döneme “salgınlar çağı” diyebiliriz. 21. yüzyılın başından itibaren maalesef tanışmak zorunda kaldığımız SARS, MERS virüslerinin etkilerinden sonra yaşadığımız COVID-19 insanlığı uzağında olduğumuzu zannettiğimiz gerçeklerle tanıştırdı. Bulaşıcı hastalığı ötekinin hastalığı olarak gören algımızı da altüst etti. Oysa Afrika başta olmak üzere birçok yeni sömürge ülke hâlâ AIDS, sıtma, tüberküloz, son dönemde bir de Ebola salgını ile karşı karşıya. Buna ishal ve ASYE de (Akut Solunum Yolu Enfeksiyonları) eklenirse, önlenebilir / tedavi edilebilir bu hastalıklardan her yıl milyonlarca insanın ölmesi insanlık için büyük bir utanç kaynağıdır.   

COVID-19 pandemisi önlenebilir miydi, bu soruyu sürekli gündemde tutmalıyız: Kapitalizmin kar hırsının sağlık alanında tırmanışı sürerken, bireysel ve toplumsal olarak halkların iyi olma halinin yaşanması, COVID-19’a ve salgınlara karşı koruyucu önlem alınması, doğayı yok sayan kapitalist sistemde mümkün değildir.

Önceki virüslere karşı gerekli önlemin alınmayışı, özelleştirmelerle birlikte sağlık alanında kar hırsının yaygınlaşmasıyla, salgının kontrol altına alınması gecikmiş, etkisi pandemi boyutuna ulaşmıştır.

Bu süreçte; eşitsiz koşullarda yaşamaya mahkûm edilen mültecilerin, “evde kalın” çözümünün üretildiği noktada çalışmaya zorlanan işçilerin, ev içi yükü daha da artan kadınların, şiddet uygulayan erkeklerle aynı ortamda yaşamaya mahkûm edilen çocuk ve kadınların, kapitalist üretimin atıkları yüzünden sağlığını yitirmiş yoksulların, çiftçilerin, köylülerin, işçilerin, siyasî ve hasta tutsakların yaşam hakkı yok sayılmaktadır.

Salgın koşullarında, kadınların ev içi  yükü daha da artarken, kürtaj, doğum kontrolü gibi konularda özgür karar ve hakları da sağlık müdahaleleri kapsamı dışında tutulmaktadır. Kadınların bakım emeğinin daha da merkezileştiği bir dönemde ve kadınlar bu bakım emeği yükü altında paramparça olurken, karısını bıçakladığı için cezaevine atılan adamın İnfaz Yasası ile çıkartılıp dokuz yaşındaki kızı Ceylan’ı döverek öldürmesine neden olacak ortamın yaratılması, patriyarkal kapitalizmin kadınlara karşı savaşını bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Pandemi süreci bir kez başladıktan sonra da eşitsizlikler derinleşerek devam etmektedir. Örneğin, testlerin de hangi bölgelerde uygulandığı, her bir insanın hayatını değerli gören bir yaklaşımla, yaşlı-genç, kadın-erkek, yoksul-zengin, Türk-Kürt, göçmen-vatandaş gibi ayrımcılıkları aşacak bir adalet duygusuyla yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir. 20-65 yaş arasındaki vatandaşlara maske dağıtılırken, kronik hastalık sahibi yaşlıların hastaneye gitmesinin gerekip gerekmeyeceği, onkoloji hastalarının kod bekleyip bekleyemeyeceği düşünülmemektedir. Yoğun bakım yataklarının, ilaçların, solunum cihazlarının, aşının kimin için öncelikle kullanılacağına kim ve nasıl karar veriyor? Bugün için dünyadaki temel sorulardan biri de budur.

Pandemi sürecinde kent mekânı belirleyicidir. Kentte insanlar yalnızlığa; işsiz kalanlar, evsiz olanlar, göçmenler, gündelik, güvencesiz çalışanlar çaresizliğe mahkûm edilmektedir. Topraktan koparılmış, kendi kendini doyuracak yiyeceği sağlamanın bilgisini de unutmuş olan kentsel nüfus, sınırlı kent mekanında çaresizlik içinde çözümü devletten beklemektedir. Bu da göstermektedir ki, bizler bundan sonraki dönemde otoriter, kâr odaklı anlayışlara ve yalnızlaştırılmaya karşı dayanışmanın yapılandırıldığı komünal yaşam tarzlarını daha fazla gündemimize almalıyız. Kentsel ölçeğin değiştirilmesini sorgulamamız gerekir.

Pandemi kontrol altına alınmadan turizm vb. gerekçelerle karantinanın bitirilebilecek olması başka bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Bu durum için yapılacakları tartışmalı, olabilecek gelişmelere hazırlıklı olmalıyız. Öbür yandan da sokak alerjisini, bireyselliği besleyen “evde kal” siyasetini yenecek yöntemleri düşünmeliyiz. Dayanışmaya kriz anlarında değil, her zaman ihtiyacımız var.

Hâl böyle iken, maalesef işçi sınıfının en önemli örgütleri olan sendika bürokrasileri bu süreçte etkili olamamıştır.. Oysa pandemi döneminde de, diğer dönemlerde olduğu gibi, sendikalar her şeyden önce işçilerin hiç olmazsa çalışmama hakkı başta olmak üzere hukukî haklarını korumakla sorumludur. Bu süreçte;

-İşçilere ücretli izin verilmeli, bunun için gereken kaynak da, işçilerin kendi ücretlerinden biriktirdiği işsizlik sigortası fonundan değil, işçilerin emeğini kâra dönüştürerek biriktiren zenginlerden alınan vergilerin artırılması ile sağlanmalıdır.

– İşsiz kalan değil, işsiz olan herkese asgarî yaşam ücreti ödenmelidir.

– Bakım emeği sosyal sigorta kapsamına alınmalı, kadına ve çocuğa yönelik şiddete karşı acil yanıt sistemi öncelikli olarak geliştirilmeli, faal tüm sektörlerde ebeveynlik izni uygulamasına geçilmelidir.

– Zorunlu sektörler hariç, çalışma durdurulmalıdır.

– Zorunlu sektörlerin hangileri olacağına da devlet ve piyasa değil, işçiler karar vermelidir.

Ekoloji Politik Başlangıç Konferansı Sonuç Bildirgesi’nde altını çizdiğimiz gibi; ekolojik yıkımın önüne geçmek için kapitalistlerin ve devletlerin taahhütlerine bel bağlayamayacağımız bir kez daha görülmüştür. Dünyanın tamamını tehdit eden büyük bir kriz karşısında devletler korsanvari çarelere başvurmakta, ilaç sektörü başta olmak üzere şirketler kriz fırsatçılığına soyunmaktadır. Krizden salt tıbbi çarelerle kurtulamayacağız. Toplumsal yaşamın topyekûn ekolojik bir eleştirisiyle radikal bir dönüşümüne ihtiyacımız var. Ancak meslek örgütlerinin, sendikaların ve uzmanlık derneklerinin bu süreçte aldığı tutumlar konunun çok boyutlu ele alınması ve önlemlerin toplumsal boyutlarının öne çıkmasının önüne geçmiştir. Özetle, bu tutumlar COVID-19 salgınını tıbbileştirmiş, uzmanlık bilgisine hapsetmeye çalışmıştır. Bu dönemde toplumsal muhalefetin politik mevzisi de, TTB’nin taleplerinin sınırında kalmış ve bütünlüklü bir sistem eleştirisiyle birleşen siyasal taleplere dönüşmemiştir.    

Bu zaaf nedeniyle örneğin; verilerin şeffaflığı konusundaki talebin hem Sağlık Bakanlığı hem de İBB gibi kurumlar tarafından yerine getirilmesi, işçi mahallelerinin etiketlenmesinin yolunu da açmaktadır. Benzer şekilde çalışmama hakkı, genel grev gibi taleplerin öne sürülmemesi toplumsal muhalefetin bu geri konumlanışı içinde bir konfor alanı doğurmaktadır.

Bizim, bu konfor alanından çıkıp işçi sınıfı ve tüm ezilenler olarak,  yaşam hakkımızı savunmak için bir araya gelmeye, direnmeye ve değiştirmeye ihtiyacımız var. Çünkü artık açıkça, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”la, “yarın çok geç olacak” arasında bir noktadayız. Bu süreçten toplumsal dayanışmayla çıkılmazsa şirketleşmiş ve ırkçı, ayrımcı, otoriter bir devlet, halkın “rızasını” da alarak güçlenebilir.

Şurası açıktır; kapitalist üretim sistemi değişmedikçe bu krizleri yaşamaya devam edeceğiz.  COVID-19 pandemisinin birinci dalgasını bekleyen güçlü ekonomik buhran, Suriye’de savaşın yeni hal alması vb. siyasi müdahaleler çok daha da derinleşecektir.

Bugünlerde, her şeyden önce arkası gelecek salgınlar gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Dahası, çıkacak salgınlar konusunda kapitalistleşen tıbbın ve sağlık hizmetlerinin sorunlarının da işimizi daha da zorlaştıracağı açıktır. Sağlık alanının sermayeleşmesi ile doğa üzerinde kurulan tahakkümün ardındaki saiklerin aynı olduğu gerçeğini yakaladığımızda daha da berraklaşan bir mücadele hattı oluşturma olasılığı artacaktır.

Sistemin dayattığı gibi pandemiyi tıbbileşmiş olarak karşılamak yerine altında yatan gerçekleri deşifre ederek ekoloji-politik mücadeleyi genişletmenin ve daha örgütlü hale getirmenin yollarını önümüze koymalıyız. Ekoloji Politik perspektif ile kapitalizme karşı yeni yaşamın inşasını, dayanışmayı, toplumsal örgütlenmeyi sağlamaya zorunluyuz. 

Dayanışmayı büyütelim.

Örgütlenelim.

“MUSİLAJ”, COĞRAFYAMIZDAKİ KAPİTALİST EKOLOJİK YIKIMININ YANSIMASIDIR

Temmuz 2021

Kapitalizmin doğayı, yani hava, su, toprak gibi yaşamsal varlıklar üzerindeki yok sayılan sömürüsünü kabul etmiyoruz. Ekolojik yıkıma karşı yukarıdan emirleri değil, toplumun karar vericiliğinin öne çıkartılmasını esas alıyoruz. Bunun politik bir sorun olduğunu, çözümlenmesi için politik bir çıkışı, kapitalizmin hukuku dışında, basmakalıp (teknik) savunma mekanizmalarından arınmış bir mücadele hattını örmeyi öneriyoruz.

Marmara Denizinde onlarca yıldır canlı bir sorun olarak duran gündem olan “musilaj” sorunu, bir coğrafyanın ekolojik yıkımının görünür yansımasıdır. Siyasal açıdan Boğazlar konusu; Karadeniz, İstanbul Boğazı, Marmara Denizi, Çanakkale Boğazı’nı kapsayan bir alan olarak bilinir. Yeniden gündem olan musilaj, bu siyasi kapsama bir de Ege Denizi ve bu denizleri çevreleyen doğanın tamamını (atmosferi de içerecek şekilde), bütün jeolojik tabakaları dâhil etmektedir. Sorunun ekolojik açıdan bu bütünlük içinde değerlendirilmesi zorunludur.

Musilaj olarak deniz yüzeyinde gözle görünen kısmı ile gündem olan sorun, aslında tüm kapsamıyla belirttiğimiz fiziki alanın ekolojik yıkımının göstergesidir. Sadece yüzeyde görünen kısmı değil, bütün coğrafya, dağlarından başlayarak akarsuları, yeraltı suları, atmosferi ile ele alınmalıdır. Nitekim, son duraklama ve birikim alanı olarak denizlerin bütünlüklü olarak nasıl kirletildiğinin görünen yüzü olarak, deniz sularının daha durağan olduğu yerlerde gözle görünür kılmıştır.

Gözle görünmeyen deniz derinlikleri, yaşamsal olarak milyonlarca canlı ile yaşam savaşını asırlardır sürdürmeye çalışıyor. Ancak yüklenen kirliliği kaldırmaz olmuş ve yaşamsal olarak sona gelmiştir. Siyasal iktidarlar yıllardır denizlerin yüzey renkleri üzerinden, çeşitli görsel araçlarla, temizleme operasyonlarını prestij propagandası olarak kullanmayı sürdürdüler. Ancak denizleri “derin deniz deşarjı” denilen boşaltma sistemi ile fosseptik çukuru gibi kullanmaktan geri kalmadılar. Dağlardan gelen akarsuların taşıdığı kirlilik, yeraltı derelerinin yok edilmesi, her yandan yüklenen kimyasal, biyolojik, fiziksel maddeler ile başta Marmara olmak üzere denizler bir çöp deposuna dönüşmüştür. Bir de jeolojik olarak yeraltına müdahale, topografik yapıların değişimi, bitki örtüsünün yok oluşu ile birlikte, besleme hatlarının önleyici kısmı yok olmuştur.

Bu sorunlar Karadeniz ile başlayan Türkiye coğrafyasında güneyden oluşan sorunların yanında, Karadeniz’e kuzeyden ve diğer yönlerde bütün ülkelerin yüklediği kirlilik de dâhildir. Özellikle Avrupa’dan Balkanlar’dan Karadeniz’e dökülen “akarsular” diyemeyeceğimiz, içeriği ne olduğu belli olmayan, her an değişim gösteren kirlilikleri göz ardı edemeyiz.

Marmara Denizi’ne Trakya coğrafyasının, doğu kısmında Kocaeli Körfezi’nin, güneyde Yalova ve Bursa olmak üzere Balıkesir ve Çanakkale’ye kadar uzanan coğrafyanın yükü bindiğinde; sorunun boyutunun gösterilenden daha da büyük olduğu daha net görülecektir. Bu kirlilik yüklerinin aynı zamanda hem Biga Yarımadası hem de Ege için sorun oluşturduğu da dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu yükün denizlerin dönüştürme kapasitenin kat kat fazlası olduğu ve yaşamını sürdürebilmesinin mümkün olmadığı artık görünmüştür. Buradaki yük, sermaye etkinliğinin bir sonucudur. Sadece evsel ya da kanalizasyon atıklarının boşaltılması değil, devasa boyutlarda endüstriyel tesislerin sıcaklığı yükseltilmiş sularının, insanların kullanım suyundan çok daha büyük miktarların denizlere verildiği ortadadır. Öte yandan denizleri yüzeyden besleyen akarsular akamaz olmuş, yeraltı besleme kanalları ve akiferler yok olmuştur. Bir de buna kirli yükleme eklenince denizler yaşamsal olarak dönüştürebileceği kapasitenin üzerinde yükle karşılaşmış ve ekolojik yıkıma uğramıştır. Dahası mevsimsel yağışların tarihlerinin kayması ya da yeterince düşmemesi, nerdeyse bütün akarsuların çeşitli projeler ile önü kesilerek akış rejiminin değiştirilmesi denizlerdeki sirkülasyonu da kesmiştir. Artan kirliliğe karşın dönüştürme kapasitesi azalarak yaşamsal ortamları koruyamaz olmuştur.

Temizleme ile ilgili geçmiş dönem siyasal iktidarların tümü, diğer ülkelerde olduğu gibi bizde de deniz yüzeyinde çeşitli göstermelik çalışmalar ile toplumsal kandırmaca içerisinde oldular. Bugün de benzer şekilde “kozmetik”, “gübre hammaddesi kullanımı” olarak saçma bir prestij söylemi ile temizleme aldatmacası var karşımızda. Bir de yağmurlar gelir, yüzeyde bir temizlenme olur ise; bunu da topluma çalışma başarısı olarak sunma hazırlıklarını yutmamalıyız. Görüntü kurtarılacak, derinlerdeki kirlenme unutturulacaktır. Bizler çürümeye dönen bu kirlenmenin tüm boyutları ile deşifre edilmesi çabamızı sürekli kılmalıyız. Turizm sezonu olması ve kamuoyu tepkisi nedeniyle yapılan yüzeysel “temizleme” işlemleriyle sorunun unutturulmasına izin verilmemelidir.

Denizlerin yüzeysel değil, derinlikli topografyasıyla, çevreleyen kara parçalarıyla birlikte ele alınması gerektiğini biliyoruz. Bütüncül bu kirliliğin, kapitalizmin kâr ve biriktirme ana amacındaki hırstan kaynaklandığını biliyor ve yeniden vurguluyoruz. Bu gidişat durdurulmaz ise birçok yaşam alanı daha da beter yaşanmaz olacaktır. Büyük göçlerin bile gündeme geleceği ve emekçi, yoksul ve orta gelirli kesimleri köle konumuna sokacağı, kapitalizmin bu kitle üzerine çökeceği gerçeğini de dile getirmeliyiz. Yeni çitlemeler olarak tanımlayacağımız bu durum karşısında şimdiden sesimizi yükseltmeliyiz.

Kapitalizmin doğa, yani hava, su, toprak gibi yaşamsal varlıklar üzerindeki sayılmayan sömürüsünü kabul etmiyoruz. Ekolojik yıkıma karşı yukarıdan emirleri değil, toplumun söz kurmasını gündem olarak görüyoruz. Bunun politik bir sorun olduğunu, çözümlenmesi için politik bir çıkışı, kapitalizmin hukuku dışında, basmakalıp savunma mekanizmalarından arınmış bir mücadele hattını örmeyi öneriyoruz.

                                                                              EKOLOJİ POLİTİK