Salı, Mart 11, 2025
Google search engine

“Barışın Ekolojisine Yolculuk” üzerine şematik bir değerlendirme

İsmet Papila / Mart 2025

Savaş ve ekoloji arasındaki ilişki, kapitalist üretim tarzının doğası gereği hem savaşları hem de ekolojik yıkımı tetiklemesiyle açıklanır. Doğa kar elde etme sürecinde sınırsız bir şekilde tüketilir ve kapitalistler, daha fazla kaynak elde etmek ve kontrol altında tutmak için mücadele ederler. Bu durum, emperyalist savaşlara yol açar ve çevresel yıkımı hızlandırır.

Sonuç olarak, “barışın ekolojisi”, kapitalist sistemin sömürücü ve yıkıcı doğasının ortadan kaldırılması ve yerine sosyalist bir düzenin kurulmasıyla elde edilebilecek bir durumdur. Bu, hem insan hem de doğa için adalet ve uyumu hedefleyen bir toplum modelini ifade eder.

“Barışın ekolojisi” kavramını, barış ve çevre arasındaki derin bağlantıyı vurgulayan bir düşünce sistemi olarak düşünebiliriz.

Barış sadece insanlar arasında değil, insan ile doğa arasında da kurulmalıdır.

İnsanların doğayla uyum içinde yaşaması gerektiğini savunulmalıdır. Doğal varlıkların aşırı tüketimi, çevre kirliliği ve iklim değişikliği gibi sorunlar, toplumsal çatışmaları tetikleyebilir. Bu nedenle, doğayı korumak, barışı sağlamanın bir yoludur.

Barışın ekolojisi, çevresel adaleti de içerir. Yoksul topluluklar, çevresel tahribattan daha fazla etkilenir ve bu durum eşitsizlikleri artırabilir.

İnsanların doğadan ayrı değil, onun bir parçası olduğu fikrinin benimsenmesi önemlidir. Bu bakış açısı, hem çevresel hem de toplumsal sorunlara daha kapsamlı çözümler sunar.

Barışın ekolojisi kavramı, insanların doğayla olan ilişkisini yeniden düşünmeye davet eder. Doğayı korumanın, sadece çevresel bir sorumluluk değil, aynı zamanda toplumsal barışın sağlanması için de gerekli olduğunu vurgular.

Ezen ve ezilen arasında toplumsal barış mümkün mü?

Barış, ancak eşitsiz güç dinamiklerinin kökten dönüşümüyle mümkün olabilir. Çünkü “barış”, statükoyu koruyan bir sessizlik değil, adaletin tesis edildiği aktif bir süreçtir.

Kapitalizm, patriyarka, sömürgecilik gibi yapılar, “ezen-ezilen” ilişkisini kurumsallaştırır. Örneğin, işçi sınıfının emeğinin sömürülmesi veya doğal varlıkların metalaştırılması, bu ilişkinin ekonomik temelini oluşturur.

Ezilen gruplar, içselleştirilmiş baskı mekanizmalarıyla (örneğin, “ötekileştirme”) susturulabilir. Bu durumda “barış”, ezilenin sessiz kabullenmesi anlamına gelebilir.

Peki barış nasıl mümkün olabilir?

  • Barış, ancak ezilenlerin kayıplarının tazmini, ezenlerin sorumluluk alması ve yapısal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla sağlanabilir
  • Kapitalist üretim ilişkilerinin yerini dayanışma ekonomilerine, hiyerarşik yapıların yerini yatay örgütlenmelere bırakması gerekir.  Rojava’daki komünal sistem örnek olarak gösterilebilir.
  • Ezilenler ancak kendi öznelliklerini keşfederek, ezenler de tahakküm pratiklerinden vazgeçerek gerçek bir diyalog kurabilir.

Sonuç olarak statükoya dayalı bir “barış” mümkün değildir. Ancak radikal demokrasi, ekonomik adalet ve kolektif özgürleşme yoluyla ezen-ezilen ilişkisini aşan bir toplumsal düzen inşa edilebilir.

Doğa ile Barış Mümkün mü?

İnsanlık, doğayı bir “kaynak” olarak gören ve onu sömürüye dayalı bir ilişkiyle tüketen modern paradigmayı terk etmedikçe, doğayla barış imkânsızdır. Ancak bu barış, insanın doğayla kurduğu ilişkiyi kökten değiştiren bir etik ve pratikle mümkün olabilir.

İklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı ve kirlilik, insan merkezci  bir uygarlık modelinin sonuçlarıdır. Doğa, artık “sessiz” bir kurban değil; krizlerle yanıt veren aktif bir aktördür.

Sermaye birikimi için doğanın metalaştırılması, sürdürülebilir olmayan bir döngü yaratmaktadır.

Bunlar doğa ile barışın önünü kapayan unsurlardır.

Nehirlerin ve ormanların, tüm doğanın hukuki kişilik statüsü kazanması, doğanın haklarını tanıyan bir yaklaşım gereklidir.

İnsanlar doğayla hiyerarşik olmayan bir ilişki kurmalıdır.

Doğayla barış, insanın doğa üzerindeki tahakkümünü sonlandırdığı, onunla karşılıklı bağımlılık temelinde bir ilişki kurduğu bir paradigmayla mümkündür. Bu, yalnızca teknik çözümlerle değil, felsefi ve etik bir devrimle gerçekleşebilir.

Buraya kadar insanın insanla ve insanın doğa ile barışı hakkında düşünce ürettik. Peki bu iki barışın kesişimi mümkün mü?

Toplumsal barış ile ekolojik barış birbirinden ayrılamaz. Ekolojik tahribat, en çok ezilenleri (yoksullar, yerli halklar, kadınlar) vurur. Örneğin, iklim adaletsizliği, Afrika’daki kuraklıktan Pasifik adalarının sular altında kalmasına kadar eşitsiz sonuçlar doğuruyor. Dolayısıyla, doğayla barış, ancak sınıfsal, ırksal ve cinsiyet temelli eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir.

Hem toplumsal hem ekolojik barış, insanın kendini doğanın efendisi değil, parçası olarak görmesiyle başlar. Bu dönüşüm, kolay olmayacak, ancak imkânsız da değil.

İşçi sınıfının ekolojik mücadeleyi benimsemesi ve kapitalist olmayan bir üretim modeline geçişin pratikte nasıl sağlanacağı belirsizdir.

Ekolojik kriz küresel olduğu halde, sosyalist bir toplumun uluslararası kapitalist sistemle nasıl etkileşime gireceği tartışmalıdır.

Ekoloji mücadelesinde önümüze çıkan en büyük engellerden biri kavram kargaşasıdır.

Biraz kavramlar üzerinden düşünelim.

“Sürdürülebilir kalkınma”

Son yıllarda hem politik hem akademik söylemde merkezi bir yer edinmiş olsa da, ekolojik krizin kökenlerini ve çözüm yollarını tanımlamakta yetersiz ve sorunlu olabilir. Bu kavramın eleştirisi, onun  insan merkezli, ekonomik büyüme odaklı ve sistemi dönüştürücü olmayan yapısından kaynaklanıyor.

  • Sürdürülebilir kalkınma, genellikle “insanın ihtiyaçlarını karşılarken doğayı korumak” olarak tanımlanır. Bu, doğayı araçsallaştıran bir bakış açısını yansıtır. Örneğin, “sürdürülebilir kalkınma”, ekonomik büyümeyi meşrulaştırırken ekosistemin sınırlarını görmezden gelir.

  • Kapitalist Sisteme Entegre Edilebilir: Şirketler, “yeşil büyüme” veya “sürdürülebilir üretim” sloganlarıyla tüketimi artırırken, ekosistemlerin geri dönüşsüz tahribatını sürdürüyor (örneğin, elektrikli araçlar için madencilik faaliyetleri).

  • Sürdürülebilir kalkınma, mevcut sistemin yapısal sorunlarını (sömürü, eşitsizlik, tüketim kültürü) dönüştürmez; yalnızca kaynak yönetimini optimize etmeye odaklanır. Örneğin, plastik atıkları geri dönüştürmek, plastik üretimini azaltmaz. Statükoyu koruyucu bir ideolojidir.

  • Sürdürülebilir kalkınma, doğayı stok yönetilecek bir kaynak olarak görür. Oysa ekosistemler, insan müdahalesiyle “yönetilemeyecek” kadar karmaşık ve dinamiktir. İklim krizi, bu yaklaşımın başarısızlığını kanıtlıyor. Bu durum Ekolojik Dengeden ziyade “Kaynak Yönetimi” olara adlandırılabilir.

Burada statüko konusu önem kazanıyor. Nedir statüko ve ekoloji ile ilişkisi nasıldır?

Statükoculuk, mevcut güç dinamiklerini ve toplumsal düzeni koruma eğiliminde olan bir tutumu ifade eder. Bu tutum, özellikle eşitsiz güç ilişkilerinin sürdürüldüğü sistemlerde, adaletin tesis edilmesi ve demokratik hakların genişletilmesi yönünde bir engel teşkil edebilir. Barışın, yalnızca bir sessizlik hali değil, aktif bir adalet süreci olduğu düşünüldüğünde, statükoculuk bu süreci engelleyebilir. Çünkü statükocu yaklaşımlar, mevcut eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri görmezden gelerek, toplumsal dönüşümü geciktirebilir veya engelleyebilir.

Demokratik bir sistem için mücadele, statükocu yaklaşımların aksine, eşitlik, özgürlük ve adalet temelinde bir toplumsal dönüşümü gerektirir. Bu nedenle, statükoculuk, demokratik hakların genişletilmesi ve adaletin tesis edilmesi yönünde bir engel olarak görülebilir.

Ekolojik mücadelede sürdürülebilir kalkınma düşüncesi, genellikle doğal kaynakların korunması ve gelecek nesillere aktarılması amacıyla ortaya çıkmış bir yaklaşımdır. Ancak, sürdürülebilir kalkınma kavramı, bazen mevcut ekonomik ve endüstriyel sistemlerin devamını sağlayacak şekilde yorumlanabilir. Bu durumda, sürdürülebilirlik düşüncesi, statükoyu koruyan bir araç haline gelebilir ve ekolojik yıkımı engelleme mücadelesine engel teşkil edebilir.

Örneğin, “yeşil büyüme” veya “sürdürülebilir kalkınma” gibi kavramlar, çoğu zaman mevcut tüketim ve üretim modellerinin devamını meşrulaştırmak için kullanılır. Bu yaklaşımlar, ekolojik yıkımın temel nedenlerini ele almak yerine, yalnızca yüzeysel çözümler sunarak statükoyu koruma eğilimindedir. Bu nedenle, ekolojik mücadelede gerçek bir dönüşüm için, sürdürülebilirlik düşüncesinin radikal bir şekilde yeniden yorumlanması ve mevcut sistemlerin köklü bir eleştirisinin yapılması gerekmektedir.

Hem siyasi hem de ekolojik mücadelelerde, statükocu yaklaşımlar ve yüzeysel sürdürülebilirlik anlayışları, gerçek bir dönüşümü engelleyebilir. Demokratik bir sistem için mücadele ve ekolojik yıkımı engelleme çabaları, mevcut güç dinamiklerini ve sistemleri köklü bir şekilde dönüştürmeyi gerektirir. Bu nedenle, barış ve adalet ancak eşitsizliklerin ve ekolojik tahribatın temel nedenlerinin ele alındığı aktif bir süreçle mümkün olabilir.

Sosyalizmin Ekolojik Potansiyeli

Sosyalizm, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, planlı ekonomi ve sınıfsız bir toplum hedefiyle tanımlanır. Bu ilkeler, ekolojik krizin temelinde yatan kapitalist sistemin yapısal sorunlarına alternatif bir çerçeve sunar. İşte sosyalizmin ekolojik krize çözüm olma potansiyelini destekleyen bazı argümanlar:

Kapitalizm, sınırsız büyüme ve kâr maksimizasyonu üzerine kuruludur. Bu durum, doğal varlıkların aşırı sömürülmesine ve ekolojik yıkıma yol açar. Sosyalizm ise kâr mantığını değil, toplumsal ihtiyaçları ve ekolojik dengeyi önceliklendirir. Bu nedenle, doğal varlıkların daha adil ve sürdürülebilir bir şekilde kullanılmasını sağlayabilir.

Sosyalist sistemlerde ekonomi, merkezi veya katılımcı bir planlama ile yönetilir. Bu, doğal varlıkların kaynak olarak kullanımının uzun vadeli ekolojik hedeflere göre düzenlenmesine olanak tanıyabilir.

Sosyalizm, doğal varlıkların özel mülkiyetini reddeder ve bunları toplumsal mülkiyet altına alır. Bu, doğanın metalaştırılmasını engelleyerek, ekosistemlerin korunmasını ve restore edilmesini kolaylaştırabilir.

Ekolojik kriz, yalnızca çevresel bir sorun değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik eşitsizliklerle de bağlantılıdır. “Sosyalizm, kaynakların adil dağıtımını ve toplumsal eşitliği hedefleyerek”, ekolojik adaletin sağlanmasına katkıda bulunabilir.

Ama toplumsal mülkiyet altına alınması da insanın doğa üzerindeki tahakkümünün sürdüğünü ve doğanın hammadde  kaynağı olarak görülmeye devam ettiğini gösterir.

Sosyalizmin ekolojik potansiyeline rağmen, ekolojik sorunlara yol açabildiğini tarih bize göstermiştir.

Sosyalizmin otomatik olarak ekolojik bir çözüm sunmaz, ancak doğru politikalar ve toplumsal katılımla bir çözüm potansiyeli taşır.

Sosyalizminde ekolojik dönüşüm, toplumsal katılım ve demokratik karar alma süreçleri olmadan başarılamaz. Sosyalist bir sistem, yerel toplulukların, işçilerin ve sivil toplumun sürece aktif katılımını sağlamalıdır.

Sosyalist bir toplum, ekolojik bilinci yaygınlaştırmalı ve insan-doğa ilişkisini yeniden tanımlamalıdır. Bu, tüketim alışkanlıklarının değişmesini ve doğayla uyumlu bir yaşam tarzının benimsenmesini gerektirir.

Sosyalist bir sistem, teknolojik ve bilimsel gelişmeleri ekolojik hedefler doğrultusunda yönlendirmelidir.

Ekolojik kriz, ulusal sınırları aşan küresel bir sorundur. Sosyalist bir sistem, uluslararası işbirliği ve dayanışmayı teşvik ederek, küresel ekolojik dönüşümü desteklemelidir.

Özet olarak sosyalizm, kapitalizmin yapısal sorunlarına radikal bir alternatif sunarak, ekolojik krize çözüm olma potansiyeline sahiptir. Ancak bu potansiyelin gerçekleşmesi, demokratik katılım, ekolojik bilinç ve küresel işbirliği gibi unsurlara bağlıdır. Tarihsel deneyimler, sosyalizmin otomatik olarak ekolojik bir çözüm sunmadığını göstermiştir, ancak doğru politikalar ve toplumsal dönüşümle bu hedefe ulaşılabilir. Bu nedenle, sosyalizm, ekolojik krize karşı mücadelede önemli bir araç olabilir, ancak tek başına yeterli değildir; toplumsal, ekonomik ve kültürel bir devrimle bütünleşmesi gerekir.

Ne yapmalı ve nasıl yapmalı konusunu düşündüğümüzde aklımıza ilk önce yerel mücadeleler ve meclisler geliyor.

İşçi sınıfının, toprağını, ağacını korumaya çalışan köylünün, bütün toplumsal kesimlerin yoğun olarak verdiği mücadeleleri incelediğimizde büyük ölçüde kendi talepleri ile sınırlı kaldığı görülmektedir.

Burada yerel mücadeleleri yadsımıyorum. Aksine olumluyorum. Ancak doğru bir önderlik ile çözümün parçada değil bütünde olduğunun bilince çıkarılmalıdır.

Barış mücadelesi de ekoloji mücadelesi de bir devrim sorunudur.

Yerel mücadeleler, genellikle mevcut sistemin (statükonun) yarattığı adaletsizliklere, eşitsizliklere ve ekolojik tahribata karşı ortaya çıkar. Ancak bu mücadeleler, bazen yalnızca mevcut durumu korumaya veya küçük iyileştirmeler yapmaya yönelik olabilir. Bu nedenle, yerel mücadeleleri “eskiyi yıkıp yeniyi kurma” mücadelesine dönüştürmek, radikal bir toplumsal dönüşüm için hayati öneme sahiptir.

Yerel mücadeleler, genellikle somut ve acil sorunlara (örneğin, bir madencilik projesi, bir HES inşası veya kentsel dönüşüm projeleri) odaklanır. Bu mücadeleler, mevcut sistemin sınırları içinde kalarak çözüm arayışına girebilir. Ancak, bu mücadeleleri radikalleştirmek ve daha geniş bir sistem eleştirisiyle birleştirmek mümkündür. Bunun için:

Yerel sorunların kökeninde yatan kapitalist, endüstriyel ve ataerkil sistemleri sorgulamak.

Yalnızca mevcut projeye karşı çıkmak yerine, alternatif bir toplumsal ve ekolojik vizyon önermek.

Yerel mücadeleleri diğer toplumsal hareketlerle (işçi hareketleri, feminist hareketler, iklim adaleti hareketleri vb.) birleştirmek.

Yerel mücadeleler, genellikle belirli bir coğrafyayla sınırlıdır. Ancak, bu mücadeleleri küresel bir perspektifle birleştirmek, daha büyük bir dönüşümün parçası haline getirebilir.

Yerel sorunların, küresel kapitalist sistemin bir parçası olduğunu vurgulamak.

Benzer sorunlarla mücadele eden diğer topluluklarla dayanışma ağları kurmak.

İklim adaleti, ekososyalizm veya degrowth (büyümesizlik) gibi küresel hareketlerle bağlantı kurmak.

Yerel mücadeleleri, yalnızca mevcut sisteme karşı çıkmakla sınırlı kalmayıp, yeni bir toplumsal ve ekolojik düzen inşa etme mücadelesine dönüştürmek gerekir.

Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçmesini sağlamak ve yerel toplulukların özyönetimini desteklemek.

Ekonomiyi ekolojik sınırlar içinde yeniden düzenlemek.

Yerel mücadeleler, yalnızca belirli bir sorunu çözmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal özgürleşme için de bir alan açabilir.

Yerel toplulukların karar alma süreçlerine aktif katılımını sağlar.

İnsanların, doğayla ve birbirleriyle olan ilişkilerini yeniden düşünmesine olanak tanır.

Kapitalist olmayan, dayanışmacı ve ekolojik yaşam biçimlerini deneyimleme fırsatı sunar.

Yerel mücadeleler, statükoyu sorgulayan ve dönüştüren bir potansiyele sahiptir. Ancak bu potansiyelin gerçekleşmesi, mücadelelerin radikalleşmesine, küresel bir perspektifle birleşmesine ve yeni bir toplumsal-ekolojik düzen inşa etmesine bağlıdır.

Yerel mücadeleleri “eskiyi yıkıp yeniyi kurma” mücadelesine dönüştürmek, hem adaleti hem de ekolojik dengeyi merkeze alan bir toplumsal dönüşümü mümkün kılabilir.

Bu, yalnızca yerel sorunları çözmekle kalmaz, aynı zamanda küresel kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri ve ekolojik yıkımı da aşmaya yönelik bir adım olur.

Related Articles

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Son Eklenenler